Son

Lakoff ve Johnson’un metaforlar1 üzerine klasikleşmiş bir kitabını okuyorum2. Kitap, lisanın/metaforların düşüncelerimizi ve kavrayış biçimimizi nasıl yapıya kavuşturduğu üzerine muhteşem örneklerle dolu bir şaheser. Metafor çeşitlerinden bir tanesi yönelim metaforları olarak sınıflandırılmış. Aşağıda kitaptan genişçe bir alıntılama yapacağım. Burada örnek mecazi cümleleri ve mantıklarını düşünelim:

Moralini yüksek tut,
Derde düştüm,
Dibe vurduğumu hissediyorum,
Ruhum kanatlandı,
Bugünlerde hayatım tepetaklak gidiyor,

Yazarlar, bu metaforik cümleleri “mutlu olan yukarıda; kederli olan aşağıdadır” yöneliminin kavramlaştırdığını iddia ediyor. Burada dik duruşun olumlu duygu durumuna, eğilmenin ise kedere eşlik ettiğini ifade ediyorlar.

Dimdik ayaktayım,
göz kapakları düşünce uykuya daldı,
kalk (uyan anlamında),
Yatağa düştü,

Yazarlara göre bu cümlelerin mantığı ise, sağlık ve hayat yukarıda; hastalık ve ölüm aşağıdadır. Şimdi de farklı bir grup cümleyi düşünelim:

Sağlığının zirvesinde,
Sağlığı dibe vurdu,
gripten yatağa düştü,
çöktü,

Burada ise mantık, sağlık ve hayat yukarıda, hastalık ve ölüm aşağıdadır.

Üzerinde kontrolüm var,
kariyerinin/gücünün zirvesinde/doruğunda,
Kontrolüm altında,
Güçten düştü,
Bürokrasinin en alt basamaklarında

Bu cümlelerin dayandığı mantık: Kontrol ya da güç sahibi yukarıda; kontrole ya da güce maruz kalan aşağıdadır.

Yüksek miktarlı bir havale gönderdi,
Gelirim geçen yıla oranla tırmanışa geçti,
On sekiz yaşının altında

Çok olan yukarıda; az olan aşağıdadır.

Başımıza gelebilecek bütün olaylar kağıtta listelenmiş,
İleride ne olacağımızdan korkuyorum

Öngörülebilir bir gelecekteki olaylar yukarıdadır.

Yüksek bir konuma sahip,
Zirveye yükseltecek,
Kariyerinin doruğunda,
Basamakları tırmanıyor,
Statüsü düştü

Yüksek statü yukarıda; düşük statü aşağıdadır

Yüce gönüllüdür,
Yüksek standartları var,
Başı diktir,
Alnı açık, başı dimdik,
Aşağılık bir oyundu,
Hak ettiğimin altında,
El altından iş çevirme

Erdemli olan yukarıda; erdemsiz olan aşağıdadır.

Tartışma duygusal bir seviyeye düştü, fakat tekrar rasyonel bir düzleme doğru çıkardım,
Konunun üst düzey entellektüel bir tartışması için duygularımızı bir tarafa bırakmalıyız,
Duygularını altedemedi

Rasyonel olan yukarıda, duygusal olan aşağıdadır.

Yazarlar son sonuçları özetlerken:

Çeşitli uzay/mekân metaforları arasında, aralarındaki tutarlılığı belirleyen, bir kuşatıcı dış sistematiklik vardır. Bu nedenle İYİ OLAN YUKARIDADIR genel mutluluğa dair bir YUKARI yönelimi verir ve bu yönelim MUTLU OLAN YUKARIDADIR, SAĞLIK YUKARIDADIR, HAYAT YUKARIDADIR, KONTROL EDEN YUKARIDADIR gibi özel durumlarla da tutarlılık içindedir.

Saf entellektüel kavramlar diye bilinen kavramlar, yani bilimsel teorideki kavramlar genellikle -belki de her durumda- fiziksel ve/yahut kültürel temele sahip metaforlara dayanır. […] GÜNDELİK GERÇEKLİK AŞAĞIDADIR.

Tüm bunları niçin alıntıladığım aşikâr diye düşünüyorum. Dağcılık ve dağ literatürünün en zengin edebi alanlardan bir tanesi olması, dağcılığın sadece bir spor değil (içeriğinin etkisini asla göz ardı edemeyiz), hayatın kendisi olarak iddia edilmesi, Avrupa kültüründe sekülerizmin ve rasyonalizmin galibiyetini temsil etmesi, yükseklerde yaşamanın sağlık koşulu sayılması gibi pek çok neden ve sizin sayabileceğiniz bir sürü başka kültürel bağlantı ve tutarlı ilişki beni Lakoff ve Johnson’un iddialarını “neden dağcılık?” ajitasyonu kapsamında değerlendirmeye ve tartışmayı zenginleştirmeye ve nihayet blogun da son yazısının ufak teması olarak seçmeme neden oldu.

Beş yıl önce bugün ilk kez dağ delisi blog (ağ güncesi ya da kısaca “günce” diyelim) ismini alıp yazmaya başladığım günü hatırlıyorum. Bugün gibi rahat bir pazar günüydü. Hava soğuk ve güneşliydi. Yine şehir yerine dağda olmayı isteyeceğim bir gün… Düzenli yazı yazabilmek azami dikkat ve dürüst biçimde yazmanın yüklediği bir sorumluluğu, yazabilme motivasyonunu yüksek tutmanın zorluğunu ve özveri gerektiren bir iş… İlk yazıyı WWW’ye yüklediğimde bana sorsalar, farazi olarak şöyle zor böyle zor derdim de, idrakım tam olur muydu hiç sanmıyorum. Günceyi neredeyse düzenli yazılarla ayakta tutmak bana birçok şey öğretti. Bunlardan herhalde ilki şudur: severek yaptığım dağcılığın ve içine girdiğim zaman mutlu olduğum dağların heyecanını bütün bunlara uzak kişilere gösterebilmek. Bunun yanında görünüşte çok kolay gelebilen “neden” sorularını sorarken kendimi biraz daha fazla tanıyabilmek.

YUKARIDA hissediyorum. Dağdelisi benim için hoş bir proje olarak başladı ve maksadını gerçekleştirdi. Sadece yazmak istediğim şeyleri yazdım ve yazarken YUKARIDA oldum. Bundan sonra yazmaya devam edeceğim ama başka kapsam ve yerlerde. Günce sayfasını kapatmıyorum. İsteyen girip eski yazıları okuyabilir. Günce sayesinde tanıştığım, iletişim kurduğum herkese kucak dolusu sevgiler.

YUKARILARDA GÖRÜŞMEK ÜZERE,
dd


  1. Kabaca mecâz olarak Türkçeleştirilebilceğimiz söz sanatı. Bu yazıya esas teşkil eden kitabın Türkçe tercümesi için çevirenin önsözünü metaforun ne olduğunu merak eden okuyucuya ayrıca tavsiye ederim. 
  2. Lakoff, G., & Johnson, M. (2003). Metaphors we live by. 1980. Chicago: U of Chicago P. Bu yazıda kitabın 2015 yılında Gökhan Yavuz Demir tarafından oldukça başarılı bir şekilde tercüme edilmiş Ithaki yayınları edisyonundaki alıntıları ile kullanacağım. Kitabı okumak isteyenlere de Türkçe basımı tacsiye ederim. 

Leviathan

2011 yılında Dağcılık ve Dağ Etkinlikler Gözlemevi (l’Observatoire des Pratique de la Montagne et de l’Alpinisme, OPMA) ona yakın dağ/dağcılık odaklı çalışan derneği bir araya getirmiş ve sonucunda şu kritik öneme sahip şu soruyu esas alarak bir manifesto hazırlamışlar:

günümüzde ve gelecekte, toplumumuzda dağ aktiviteleri için mahal kalacak mıdır?

Sorunun öncülü:

Günümüzde bu pratikler artan arazi planlaması süreçleri ve dağlık bölgelerin kalkınması yüzünden zayıflamıştır; [Bu pratikler] aynı zamanda artan çevresel ve güvenlik bilinci endişeleri ile kısıtlanmış ve özellikle gençlerin ilgisini daha çok çeken sporlar ve boş zaman faaliyetlerinin önemli ölçüde çeşitlenmesiyle yüzleşmek zorunda kaldıkları için önem dereceleri düşmüştür. Peki dağcı ve dağ aktiviteleri gereken ortamı için nasıl koruyabiliriz? Onların [dağ ve dağ aktivitelerinin] toplum için ilgiye değer meşgaleler olmalarını bir defa daha nasıl sağlayabiliriz?

Özellikle Türkiye gibi hem doğal varlıkların hoyratça sermayenin çıkarına kurban edildiği hem de toplumun güvenliği için kamusal alan olmaktan çıkartıldığı bir ülkede, herhalde bu soru üzerinde önemle durulması gereken bir tartışmayı hak etmektedir. Sevdiğim bir yazar “hayatlarımız, yerinden edilmiş doğanın üzerine kurulu […] mekanlarda geçiyor” diyor. Bütün bu dönüşümü yaratmak için gereken hammaddenin ve enerjinin de doğadan geldiğini, yine doğa pahasına geldiğini de ben ekleyeyim. Geçen gün bir bakkal hesabı ile hayret verici bir sonuca ulaştım. Türkiye’nın inşaat sektörünün yıllık çimento üretim istatistiklerine rastladım. Çimento, biliyorsunuzdur, kireçtaşı ve alçıtaşı kullanılarak üretilir. 2010’da 63 milyon ton olan üretim, 2014’te 71 milyona çıkmış, büyüme hızı %3,2. Normalde bir birim kireçtaşından bir birimden daha az çimento üretilir. Ama ben 1:1 oran alıp en az etkiyi göstermek istiyorum. 63 milyon ton yaklaşık 27 milyon metreküp kaya kütlesi demektir. Sezgisel ifade edersem 300m x 300m x 300m (olimpik bir havuzun 50m x 25m x 2m olduğunu düşünürsek 10,800 adet olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çimento) ya da 1500m x 50m x 50m ortalama ölçülerine sahip Ballıkayaların kanyon hacmini 7 kez dolduracak kadar çimento. Geçenlerde Dedegöl dağlarıyla ilgili taş ocağı olarak işletilmesine yönelik planları duyduk. Yarın Aladağların bir kenarında mikro HES yapacaklarını da duyacağız. Her geçen gün hayatımıza anlam katan, sağladığı ekosistem hizmetleriyle halkları yaşatan bu narin varlıkları kaybedeceğiz.

Sanırım günümüz dağcısı ya da tırmanıcı ve onların üst çatısı olan federasyonları bekleyen esas kırılma noktası cemiyetleşebilme meselesinden çok gerçekten üzerine tırmanılacak “doğal arızaların” kalıp kalmayacağı sorusu. O halde manifestoya geri dönelim; dağcılığın ruhunu şöyle tanımlamış:

Kendine özgü teçhizat ve teknikler gerektiren ve özgürlük, adanmışlık, sorumluluk, özyönetim, takım ruhu ve dayanışma gibi olumlu değerlerin paylaşılmasına işaret eder.

Söylemesi bile heyecan verici bu nitelemelerin yüklediği sorumluluğu hissediyor muyuz?

Aladağlar kitabı başka şeyler de söylüyor

Aladağlarda ilk tırmanışları gerçekleştiren kişilerin sadece %4,5unun kadın olduğunu (Şekil 1); kayıtlı tırmanmışlar arasında 91 ilk kış çıkışının tüm çıkışların yaklaşık %20si olduğunu (Şekil 2); Aladağlarda en çok ilk çıkış yapan on kişinin, tüm ilk çıkışların %68ini yaptığını (Şekil 3) biliyor muydunuz? (Hangi rotaların kış tırmanışının eksik olduğunu öğrenmek için Tunç Fındık’ın son kitabına başvurmayı unutmayınız.)

Cinsiyet eşitsizliği konusunu (özellikle dağcılıktaki) blog facebook sayfasında yaklaşık iki buçuk yıl önce kalabalık bir grup tartışmıştık (link1|link2). Umarım yakın zamanda, o tartışmayı özetleyebiliriz.

cinsiyete göre ilk tırmanıcılar

Şekil 1. Aladağlar ilk çıkışlarını yapan kişilerin cinsiyet dağılımları

Şekil 2, Aladağlar pek çok dağın ilk kış çıkışının yapılmadığını gösteriyor. Böylece, deneyim kazanan ekiplerin önünde, pek çok gerçekçi kış çıkışı hedefi olabilir.

iç-ikç oran (2)

Şekil 2. Aladağlarda yapılan ilk çıkış ve ilk kış çıkışlarının sayısı.

Şekil 3’ü şöyle okumak lazım, sadece 1 ilk çıkışta (ayrı ayrı) toplam 250 kişi yer almış; sadece iki tane ilk çıkış yapan kişinin sayısı yaklaşık 100+; … 60 tane ilk çıkış yapan yalnızca bir kişi var; 158 tane ilk çıkış yapan yalnızca bir kişi var. Bu veri gösteriyor ki, tüm ilk çıkışların yarısını yapan kişi sayısı 10!

ilk çıkış histogramı

Şekil 3. Tırmanıcıların yaptığı ilk çıkış sayılarının histogramı.

Böylece Tunç’un son kitabının ortaya koyduğu verilerle, Aladağlar-cılık (ya da Uğur Uluocak’ın deyimiyle Toros tipi dağcılık) ile ilgili bazı konulara değinmiş olduk. Bu yazıdan çıkanları, ilk iki yazıyla birleştirecek olursak: Aladağlarda dağcılık, 93’den beri ilk tırmanışlar bakımından artış içerisinde, tırmanıcıları yönlendirecek pek çok kaynak var, üniversiteler Türkiye dağcılığının itici gücü, dağcılık erkek egemen icra ediliyor, ilk çıkışların çok büyük bir kısmından az sayıda tırmanıcı sorumlu, ancak ilk çıkış yapanlar arasında (bir tek ilk çıkış olsa bile) yüzlerce insanın katkısından bahsetmek mümkün, kış dağcılığı hala ilk çıkışlar bakımından birçok kazanım sunacak potansiyele sahip. Önümüzdeki yıllarda, kadın dağcıların daha fazla dağlarda olmasının sağlanması ile ilk çıkış/ilk kış çıkışı trendinin de artması mümkün.

 

 

 

Aladağlar ilk çıkış zorluk üst sınırı artıyor, alt sınır değişmiyor

Geçen yazıda (link) Aladağlar ilk tırmanışlarındaki miktarın, 90ların ilk yarısında bir dönüşüm geçirerek arttığını, altın çağın 80’lerin ikinci yarısından başlayarak on yıllık bir dönemi kapsadığını çıkartmış; Aladağlardaki dağcılığın ekseninin yine bu yıllarda, TDF’den üniversite dağcılığına kaydığını ifade etmiştim. Bu yazıda amaçlanan, Aladağlardaki ilk çıkış zorluk derecelerinde yıllara bağlı anlamlı bir artış olup olmadığını görmektir.

Aladağlarda gerçekleştirilen ilk çıkışların, rota zorluklarının yıllara göre dağılımını gösterir grafik. (A) İlk çıkış zorluklarının iki çubuk çizişi (box and whisker). (B) Rota zorluklarının medyan değerlerinin yıllara göre dağılımı ve doğrusal trendi.

Aladağlarda gerçekleştirilen ilk çıkışların, rota zorluklarının yıllara göre dağılımını gösterir grafik. (A) İlk çıkış zorluklarının iki çubuk çizişi (box and whisker). (B) Rota zorluklarının medyan değerlerinin yıllara göre dağılımı ve doğrusal trendi. Mavi ile gösterilen iki çizgi sembolü geçen yazıda karşımıza çıkan dağcılık faaliyetlerinin arttığı 1993 yılını göstermektedir.

Bunu görebilmek için Tunç Fındık’ın yeni kitabından (link) derlediğim veritabanında listelenen rota zorluklarını kullandım. Türkiye’de dağcılık rotaları için UIAA kaya tırmanışı zorluk ölçeği, varsa kar-buz eğimi ve miks/buz tırmanış zorluklarından oluşan karma bir ifade kullanılır. Ancak tırmanışın genel zorluğu, ne denli mukavemet gerektirdiği (uzunluğu, kaç gün süreceği vs.)’yi dikkate aldığımız bir pratik çok yerleşmiş değildir. Dolayısıyla, bu analizde, salt kaya tırmanış zorluğuna göre bir değerlendirme yapmak durumunda kaldım.

Ancak bu analiz de bir takım kısıtlar içeriyor. Bir dağ rotasının, ip emniyeti gerektirmesinden bağımsız, farklı zorluklar içerdiği muhakkaktır. Ya her ip boyu/pasaj için bir zorluk tanımlayıp, ağırlıklı ortalama hesaplamak gerekecektir, ya da genel zorluklara göre bir inceleme yapmak. Soruna basit yaklaşmak için ikinci seçeneği uyguladım. Bu yaklaşımın dezavantajı, kendi başına çok zor olmayan ve hiç kolay olmayan tırmanışları bir araya gruplamış olmak anlamına gelir. Yani, hala Aladağlarda III derece zorlukta tırmanışların ilk çıkış olabildiği sinyalini, medyana kurban etmek gibi bir indirgemeye neden olabilir. O yüzen, her tırmanışı ayrı bir doğru parçası olarak çizdirmek gerekebilir. Fakat, bu sefer, görselleştirme esnasında, münferit tırmanışları ayırt etmek zorlaşacaktır. Çünkü asgari zorluğu kesişen tırmanışlar üst üste binip görsel ayırdı engelleyecektir. Ben Tunç’un kitabını açıp bakmanızı ve hala tırmanacak bir sürü yeni rota ve ilk tekrar ihtimalini göreceğinizi ifade ederek, tırmanışları toplulaştırmaya devam edeceğim. Tekrar uyarıyorum, bu yaklaşım eleştiriye çok açıktır. Bir başlangıç olması niyetiyle, hızlı ve kirli bir iş yapıyor, daha hassas çalışmak isteyecek arkadaşlara memnuniyetle destek olabileceğimi belirtmek isterim. Örneğin tüm tırmanışların, ip boyu/pasaj uzunluğu mesafeleriyle ağırlıklandırılmış zorlukları üzerinden bir analiz yapmak mümkün olabilir. Şimdi sonuçlara geçiyorum.

Rehber kitapta rotalar için ortalama zorluk ile varsa maksimum zorluk belirtilmiştir. Ben de her yıl yapılan tırmanışların ortalama ve maksimum zorluklarını sıralayarak bunun üzerinden bir dağılım hesapladım. UIAA roma rakamları ve +/- soneklerini kullandığı için temel istatistik biraz zahmetli olacaktı. İşlerimi hızlandırması için, zorlukları sadece rakamlardan oluşan Ewbank sistemine çevirdim (link). İstatistikleri tamamlayınca ise UIAA sistemine geri dönüşürdüm. Böylece her yılın ilk tırmanışlarının azami, asgari ve ortanca (medya) zorlukları ortaya çıktı. Azami ve asgari zorluk dereceleri, Şekil A’da gözüken kutulardan çıkan iki çizginin bitim noktalarıdır. Ortanca zorluk ise, kutuların içindeki yatay çizgidir. Her bir kutunun medyanın üzerinde ve altında kalan kısımları üst ve alt dörtlü olarak adlandırılır. Bunlar, o yıl yapılan tırmanışlarda zorluğun azami mi yoksa asgariye mi daha yakın olduğunu gösterir. Şekilde gördüğünüz daire sembolleri ise aykırı değerlerdir (outlier). Yani dağılım istatistiğine uymayan değerler. Mesela 30 tırmanışın neredeyse tamamı, III – VII aralığında gerçekleşmiş, ancak bir tanesi var ki, ortalama zorluğu VIII+, azami ise X-. İşte o istatistiğe aykırı düşen bir tırmanış olarak daire ile temsil edilmiştir. Şekil B’de ise, sadece medyan değerleri çekip yıllara bağlı anlamlı bir eğilim olup olmadığı gösterdim. Normalde bu değer, Şekil A’da var, ancak kalabalık içerisinde bir trendi algılamayı zorlaştırabiliyor.

Şekil A, 1970 yılına kadar azami zorluğun IV+ civarında seyrettiğini gösteriyor (turuncu kesikli çizgi ve bunun azıcık üzeri.) Bu trendi bozan iki yıl var, ilki 1955 Spreitser – Köllensperger ile XXX Ottobre Trieste ekspedisyonlarının neden olduğu yüksek zorluktaki rotalar ve 1967 Leeds Üniversitesi ekspedisyonu (Tüzel, 1993). Diğer taraftan, medyan zorluk belirgin bir artış eğilimi gösteriyor (Şekil B). 1970 ve 80lerde asgari zorluğun, bir derece arttığını, medyan değerin IV-‘ye geldiğini azami zorluğun ise VI+ civarına çıktığını görüyoruz. 1990lardan itibaren önce VI+ derece pasajlar içeren rotalar hemen her yıl tırmanılmış, azami zorluklar ise VIII derecelere varmış. 2000lerin ortasından itibaren, üst dörtlü ile azami zorluk arasındaki çizginin uzadığını görüyoruz. Bu, alpin spor rotalarının, dağcılık rotalarına kıyasla çok daha zor olmasının bir sonucu. 2000lere gelindiğinde medyan zorluk IV+’ya varıyor. Medyan içinde aykırı değerler ise VI+ dereceleri buluyor. Alt dörtlü ise IV dereceye varmış vaziyette. Bu yorumun başlıca sonucu ise şudur; Aladağlarda bundan sonraki yıllarda yapılacak ilk çıkışlar yoğunluklu olarak geneli IV, IV+, azami zorluğu VI+ zorluklarla baş etmeyi gerektiren teknik yetkinlikler gerektirebilir.

Genel sonuç ise, dağcıların geçen yıllarda artan kaya tırmanış teknik kapasiteleri ortaya koyduğunu ve çıtayı yükselttiğini göstermektedir. Tırmanışlarımızın Alp ülkeleriyle karşılaştırılması ise maalesef, hem tırmanılan rota sayısı hem de zorlukları bakımından geriden geldiğimizi gösterecektir.

Aladağların dağcılık karnesi

Tunç Fındık’ın Aladağlar: dağcılık ve tırmanış rehberi kitabı çok yeni olmasına rağmen bir takım fikirleri hayata geçirmek için ne kadar önemli bir kaynak olduğunu şimdiden gösteriyor (link). Bu post ile başlamak üzere, bazı çıkarımları sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu ilk yazı tırmanışların bütünü ele alacak.

Türkiye’de dağcılığın bir duraklama döneminde olduğuna yönelik kendim dahil olmak üzere birçok kişinin sezgisel kaynaklı söylemleri olmuştur. Buna dayanak olarak, dağcıların ve eğitimini tamamlamış dağcı adaylarının tırmanışlara az gittiği, kaya tırmanışını tercih ettiği, kulüp eğitimlerini tamamladıktan sonra devam etmedikleri, belli bir yaşta çevre koşullarının etkisiyle dağcılığı bıraktıkları gibi birçok dayanak sunulmaktadır (link). Aslında, dağcılığın hangi yöne doğru gittiği, ilerleyip ilerlemediği ya da modasının geçtiği hakkında konuşmak içini test edilebilir bazı göstergeler konusunda uzlaşmak gerekir. Örneğin, dağcılık ve ilişkili sektörlerin ticaret hacmi, kulüplere üye olan kişilerin sayısı, yapılan tüm tırmanışların sayısı, tüm dağlardaki ilk çıkış/kış çıkışı sayıları, kulüplerin verdiği eğitimlerin toplam saati, bu eğitimleri vermek için gönüllü zamanını ayıran eğitmen sayısı, diğer ülkeler ya da bölgelere kıyasla yukarıdaki sayıların değişimi vb. Aynı zamanda, ilerleme/gelişme olarak neyi kastettiğimiz, ya da ilerleme ve gelişmeyi ne ölçüde dağcılığın bir parçası olarak gördüğümüzü de sarih biçimde ifade edebilmemiz gerekli. Örneğin, dağcılıkta ilerleme daha zor ve/ya daha saf olana meyletmek midir (link)? Nitelik ve/ya nicelik bakımından öncüllerden daha “iyi” olmak mıdır? Bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Daha da kötüsü, geleceğin farklı evrelerinde farklı yanıtlar “doğru” olarak kabul edilip edilmeyeceğini de… Meseleyi daha fazla saptırmadan ve post-modern/modern ayırdı üzerinden şematize etmeden (meraklı okuyucu Harvey (1989) The condition of postmodernity Tablo 1.1’e bakabilir) keşif niteliğindeki bir takım istatistikleri tartışmak istiyorum.

Aladağlar'ın ilk çıkış istatistikleri, tırmanışlarda rol oynayan kulüpler, Aladağları konu alan yayınların gösterimi

Aladağlar’ın ilk çıkış istatistikleri. (A) Tırmanışların millet ve kulüplerin aktif olduğu yıllara göre sayıları ve dağılımını göstermektedir. Gri çizgiler, kulüplerin var oldukları süreyi, sarı doğru parçaları ise, ilk çıkışlarda katkı koydukları dönemi gösterir. (B) Tırmanışların yıllara göre birikimli gösterimi ile tırmanışlara destek olan ve tırmanışlardan etkilenen yazılı (kutu ve daireler) ve elektronik kaynakların kronolojisi. Şekle tıklayarak tam ekran inceleyebilirsiniz.

 

1. Önce veri hakkında bazı özellik ve uyarılar
i. Zaman serisinin empoze ettiği kısıtlar

Yukarıdaki şekli oluştururken Tunç’un kitabında yer alan tüm tırmanışları Gün, Ay, Yıl, Dağ, Rotanın baktığı yön, tırmanışın stili, azami ve asgari kaya tırmanışı zorluk derecesi, varsa miks, şelale zorluk derecesi, kar-buz eğimi, tırmanış ekibi, ilk çıkış statüsü, rota ismi, rotanın yükseklik farkı, ekibin milliyeti ve/ya bağlı olduğu kulüp olarak bir metin dosyası haline dönüştürdüm. Elimde veri eksiği görece az olup, iyi bir zaman serisi sunabilecek tek kaynak çünkü bu. Diğer taraftan, ikinci paragrafta saydığım diğer parametreleri, mesela ilk tekrarların ve toplam tırmanışların sayısını, dağcılığa özel toplam outdoor harcamalarını ve ticaret hacmini bilmiyorum. Dağcılık kulüplerine kayıt sayılarının yıllara bağlı verisi de elimde yok. Yani çıkarım yapabileceğim yegane veri, ilk çıkış, kış çıkışı ve Türk çıkışı (ilk çıkış yabancılar tarafından yapıldıysa, bu durumda ilk tekrar anlamına geliyor).

ii. Coğrafyanın empoze ettiği kısıtlar
İstatistiklerin Aladağlarla sınırlı kalmış olması, Türkiye’de yapılan dağcılığın büyük bir bölümünü içerse de, başka coğrafyalarda ve karma ekiplerle yapılan faaliyetlerin bu alanda etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Bunun yanında, Türkiye Dağcılık Federasyonunun 80’li ve 90’lı yıllarda özellikle Pamir ve Tien Shan’da yaptığı eğitim kampları doğrudan oralara katılan sporcuları ve dolayısıyla ilk çıkışların niteliğini etkilemiştir. Ancak bu durum, kulüplerin hanesinde gözükmektedir.

iii. Kulüpleri oluşturduğu ekoller ile münferit tırmanıcı ayırdının zorluğu
Kulüp isimlerine bakıp, kendi mensubu olduğu kulüpleri, ilk çıkış yapmış olsa bile orada görmeyen arkadaşlar beni şimdilik mazur görsün. Zira, detaylarda kaybolmak yerine, büyük resmi sergilemeye çalıştım. Bu esnada kendi eğitim aldığım kulübü de figüre yansıtmadım. Aynı zamanda, kulüp faalliği olarak geçen genellemelerde belli başlı bir takım kişilerin isimleri ön plana çıkmaktadır (Örneğin, soyad alfabetik sırayla; Kürşat Avcı, Efecan Aytemiz, Tunç Fındık, Salim Kayhan, Batur Kürüz, Bora Maviş, Doğan Palut, Erdem Tuç … gibi)

2. Veri ne söylüyor?

  • Aladağlardaki ilk çıkışlar (ilk çıkış, ilk kış çıkışı) 1980’lere kadar yabancı dağcıların ekspedisyonları tarafından gerçekleştirilmiş. 60ların ikinci yarısından 70lerin başına kadar Bozkurt Ergör ve arkadaşlarının çıkışları ise Türkiye dağcılığı bakımından yegane faaliyetler olmuştur (Figür A).
  • Türk dağcılığı 1980’lerde Türkler baskın bir hale dönüşmüş. Tarihçenin 80 sonrası bölümünde Anadolu Dağcılar Birliği ile üniversite kulüpleri başat aktörler olmuştur (Figür A).
  • Ömer Tüzel, The Ala Dağ kitabında Türk Dağcılığının altın çağını 80’ler olarak belirlemiş. Dağcılığın Altın çağı, 1854 – 1865 arasında Alplerin tüm önemli zirvelerinin “ilk çıkışlar” ile “fethedildiği” dönem olarak tanımlanır. Yani rota değil dağların zirveleridir burada önemli olan. Bu bakımdan, 80’ler her ne kadar önemli bir dönem olarak karşımıza çıksa da, çerçeveyi bir beş yıl daha günümüze doğru kaydırmak, 80lerin ikinci yarısından itibaren geçen on yıllık süreç olarak nitelersek daha adaletli bir çıkarım yapmış olacağız (Figür A ve Fındık, 2016).
  • 1993 yılı, Aladağlar ilk çıkışlarının büyük bir momentum kazandığı yıl olarak karşımıza çıkmaktadır. 1993 öncesi ile sonrası arasındaki bu mutlak fark, birbirinden farklı ekoller ve bilgi aktarımlarının eş zamanlı dağlarda faaliyet göstermesinin bir ürünü olabileceği gibi (Figür A, kulüp faallikleri), Tüzel’in kitabının etkisini de yansıtıyor olabilir (Figüre B). Çünkü, Tüzel’in kitabı tırmanılan rotaları tasvir ettiği ölçüde, hedeflenecek tırmanılmayı bekleyen rotaları da işaret ettiği ölçüde bir strateji belgesi olarak da düşünülebilir. Tabii ki, böylesine doğrudan bir ilişkiden bahsetmek, toplumsal ve ekonomik olaylardan bağımsız düşünülemez. Yani bir etkinin ortaya çıkması için uygun koşul ve zaman 80’lerin siyasi ve ekonomik zorluklarının ardından görece daha uygun koşulların ortaya çıktığı sonraki yılların Türkiyesi perspektifinde değerlendirilebilir. (Cumhuriyet döneminde Türk dağcılığının gelişimini ele alan kapsamlı bir araştırma için Funda Akcan ve Nefise Bulgu’nun yazdığı Sports Across Asia: Politics, Cultures, and Identities adlı kitap içinde “Development of Mountaineering in Republican Turkey” adlı makaleye bakabilirsiniz.)
  • TDF’nin etkisini yitirdiği yıllar ile, ADB’nin yükselişe geçişi ve ardından üniversite kulüplerinin baskınlığı arasında ayrık bir ilişki olmak zorunda değildir. Örneğin hem TDF hem de ODTÜ-DKSK ile ilişkisi olan Yalçın Koç, diğer taraftan ADB’nin de kurucuları arasında yer almıştır. Benzer şekilde, ADB’nin İstanbul’a kayması ile birlikte ADB mensupları ile İstanbul’lu dağcılar arasında çok etkin bir ip birliği de doğmuştur. Bu anlamda, bir tekamülden bahsetmek belki mümkün olabilir.
  • 1993 yılına başlayan yükseliş, beraberinde bir çok süreli yayın, rehber kitap ve diğer bir takım yayınları doğurmuş olabilir (link). Gerçi, bu önerme muhafazakar bir önerme olmak durumunda. Zira, dağcılık mı yayınların sayısında bir artışı beraberinde getirdi, yoksa yayınlar mı dağcılığın momentumunu sabit kıldı kolayca yanıtlanacak bir soru değildir. Basılı medya yanında, bu dönemde yüksek dağlarda Türk sporcularının başarısını kitle medyanın değerlendirmesi de göz önünde bulundurulmalıdır. Ayrıca, 1993 öncesinde üretilen ve yayın hayatı son bulan bir çok yayın, aslında bir kritik kütle oluşturması bakımından dağcılığın seyrini etkilemiş olabilir.
  • İlk çıkışlara baktığımızda yukarıda da isimlerini saydığım dağcıların katkısı, tüm tırmanışların yarısından fazlasına tekabül etmektedir. Bu durumun öncelikli sonucu, ileride, bu eğrinin, yeni ve dinamik bir dağcı nesli ortaya çıkmadığı durumda ’93 öncesi bir trende geri dönebileceği anlamına gelmektedir (gerçi iyi mi olur kötü mü olur bilmiyorum). Bu durumun önüne geçmek için ise, etkin bir tecrübe aktarımı ve yetkilendirme sisteminin geliştirilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu aşamada, dağcılığı yaygınlaştırmak ve bir kitle sporu karakterine büründürmekten çok; derinleştirmek ve dağcının genel eğitimini ve kapasitesini artıracak adımlar atmak doğru bir strateji olacaktır. Bu konuda, kanımca, Türkiye Dağcılık Federasyonuna büyük bir görev düşmektedir.

Bir sonraki yazıda, yıllara göre Aladağlar ilk çıkışlarında elde edilen en yüksek zorluk hakkında yazmayı planlıyorum. Ama belli mi olur. Kaynak kitap iyi olunca, insan hangi alana saldıracağını şaşırıyor.

Sizlerden yazıya yorum, eleştiri, görüş ve desteklerinizi beklerim. Özellikle yukarıda saydığım veriler ve sizin kayda değer olduğunu düşündüğünüz metriklerle birlikte daha bütüncül bir tablo çıkartmak mümkün olacaktır. İlk adımda, mesela, TDF ve üniversite kulüpleri ellerinde bulunan yıllara göre üye dağılımlarını paylaşabilir.

Ben ağustos 13’ünde ve son haftasında Aladağlarda olmayı planlıyorum. Herkese bol dağlı bir yaz sezonu dilerim.

 

Kitap – Aladağlar: dağcılık ve tırmanış rehberi

Fındık, T., 2016. Aladağlar: dağcılık ve tırmanış rehberi, İstanbul. 493ss+harita, 40TL

Aladağlar üzerine günümüze kadar bir çok rehber kitap hazırlandı. Haldun Aydıngün’ün 1987 tarihli “Aladağlar: bazı rotalar ve genel bilgiler” kitabı ufak bir kitap olmasına rağmen Türkiye’de bir ilk olma özelliğini taşıyordu. Ardından Ömer B. Tüzel, 1993 yılında The Ala Dağ rehberini yayımlayarak kalite ve araştırma kalitesini çok yüksek bir standarda taşıdı. Tüzel’in kitabı bir rehber olmasının yanında Türkiye dağcılık tarihinin bir özetini sunmaktaydı. Fakat, kitabın Türkçe okuyucusuyla buluşması 2001 yılını buldu. Kitabı tercüme eden kişi ise, Tunç Fındık’tan başkası değildi. Tercüme esnasında, 2001 yılına kadar yapılan bazı ilk çıkış ve ilk Türk çıkışlarını da Ç.N. dip notu ile kitaba eklemişti Tunç. Tüzel’in kitabından bu yana geçen 23 ve tercümeden itibaren 15 yılda Aladağlarda yapılan faaliyetler hem şekil hem de erişilen zorluklar bakımından büyük değişimler gösterdi. Ama belki de en büyük fark, Aladağlar rehberinin üzerinden geçen yılların yaklaşık 400 yeni ilk çıkışı kayıtlara düştüğünü düşünecek olursak ortaya çıkacaktır. Tunç Fındık, toplam 607 adet ilk çıkış, ilk kış çıkışı ve ilk Türk çıkışı içerisinde 164 tırmanışı bizzat gerçekleştirmiş, ilk tekrar ve diğer tırmanışlarıyla Aladağlar konusundaki yetkinliğini perçinlemiş bir dağcı olarak belki de bu işi yapabilecek nitelikteki tek kişidir. Tunç Fındık, yeni rehber kitabı ile Aladağlar’da günümüze kadar yapılan tüm tırmanışları derledi ve birbirinden kaliteli fotoğraf ve çizimlerle destekleyerek kitaplaştırdı. Böylece bir tırmanışçı olarak Türk dağcılığına yaptığı katkıyı hem yeni nesillere aktaracak hem de dağcılık tarihimize ışık tutacak bir eseri bizlere sunmuş oldu.

aladaglar-kapak

Kitap 16,5 x 23 x 2,5 cm ölçülerinde, 1. sınıf kuşe kağıda basılmış. Bu, içeriğindeki yüzlerce fotoğraf ve çizimin kalite kaybına uğramadan basımına imkan sağlamış. Kitap, ekinde gelen 1:50.000 ölçekli harita ile Aladağlarda yapılacak her tırmanışın planlanması aşamasında yeterli bir kaynak; tüm bu özellikleriyle her dağcının arşivinde tutması ve faaliyete gitmeden önce dikkatle çalışması gereken bir çalışma. İkinci baskıda kitapta olsa iyi olurdu diyeceğim şeylerin başında dağlar ve rotaların, tırmanış stil ve zorluklarını içeren bir indeks geliyor. Yazarın yükünü azaltmak için bir dosyayı hazırlayarak kendisi ile paylaştım. İkinci baskıda belki, rota çizimleri tek renk ya da dijital hale getirilerek bir tasarım bütünlüğü sağlanabilir (Tüzel kitabında olduğu gibi). Ancak bu çok ufak bir temenni. Kitapta şaşkınlık verecek derecede az yazım hatası buldum. Dört sayfalık bir dergi makalesinde bile bir editör ve birkaç hakemden geçtikten ve baskı öncesi kontrolde bile birçok hata bulunabildiğini düşünürsek, yazarın titizliğini bir kez daha vurgulamak isterim.

Kitapta ilginç olan bir özellik ise, künyesinde basımevinin yazmaması. Çünkü, Tunç Fındık bu kitabı temelde kendi imkanları ve kitabın sonuna ekli sayfalarda görülen destekçilerin yardımıyla hayata geçirdi. Bu da bize şunu gösteriyor, hem tırmanışları yapan, hem veriyi toplayan – derleyen, hem kitabı tasarlayan ve bastıran hem de dağıtımını üstlenen Tunç Fındık, normal koşullarda yazarların uğraşamayacağı ağır bir yükü de üstlenerek bizlere bu hizmeti sunuyor. Önümüzdeki yıllarda Türk dağcılığının yayın açığını kapatacak bir takım çözümleri düşünmek, entellektüel üretimi daha az zorlu hale getirecek koşulları kurgulamak için el ele vermemiz gerekiyor. Ama her şeyden önce, yazarlarımızı desteklememiz… Dilerim ki, ikinci baskıyı kısa zamanda yapar.

Tunç Fındık’ı büyük bir coşkuyla kutlar, haftalardır elimden düşürmeden üzerinde çalışacağım bir armağan verdiği için teşekkür ederim. Kitabın ilk ürünlerini de kısa zaman içinde sizlerle paylaşacağım!

Ateş Toprakları: Kapadokya’da hayal ile gerçek arasında geçen bir koşunun hikâyesi*

Kapadokya; güneyde Toroslar’ın sınırladığı, kuzeyde Karadeniz dolaylarına kadar uzanan, batıda Lykaonia’nın tuz ovaları ile doğuda kuzey Fırat havzasının sınırladığı orta Anadolu’nun kalbi… Anadolu’nun ateş toprakları da diyebilir miyiz? Öyle ya, 10 bin yıl önce fırtına tanrısının tahtı Argaeus ile dünyanın en eski kentlerinden Çatalhöyük halkının dehşet içinde patlayışına tanıklık ettikleri Hasan Dağı’nı düşünürsek… Patlamaların püskürttüğü sıcak gazlar, iri taşlar ve toz kütleleri yeryüzünü kat kat örtüyordu milyonlarca yıldan beri. Fakat fırtına tanrısı buna izin verir mi! Yağmur, kar, rüzgâr ile ince ince aşındırıyordu yüzeyi. Hele kolayca aşınan volkanik tüf daha sağlam soğumuş lav altında kalınca, Argaeus tüm hışmını ona yöneltti ve peri bacaları peyda oldu birden. İşte bu bitmek bilmez mücadele, karşımıza bu sürreel coğrafyayı çıkardı. Bütün bu anlattıklarım benim için macera demek; büyülü bir mekân demek. O mekânın kapılarını açan şey ise yolculuk. Hatta bunun en saf hali, yani yola ayaklarımla temas etmek. Geriye tek bir karar kalıyor: hangi hızla?

Toros Dağları’nın en müstesna yeri benim için Aladağlar’dır. Neredeyse Alpler’in panoramalarıyla boy ölçüşebilir, şekillerinin cüreti ve kayalık zirvelerin yüksekliğiyle. Aladağlar, Türk dağcılığının merkezidir. Dağcılığı benim kimliğimin bir parçası yapan bu mekânın, aynı zamanda patika koşularına adım atmamı sağlayan yer olacağını nereden bilebilirdim ki! Geçtiğimiz ağustos ayında koşulan Raidlight Aladağlar Sky Trail’e kaydımı yaptırdıktan sonra, pek vakit kaybetmeden, The North Face Kapadokya Ultra Trail etkinliğine de yazdırdım adımı. Ben bir dağ tutkunuyum; dağ delisi de denebilir, çok sayıda deliden bir tanesi işte. Koşuyu genellikle dağcılık faaliyetlerim için antrenman odaklı yaparım. Yapardım. Oysa şimdi önümde ardına kadar açılmış başka bir kapı duruyor.

Her sabah daha fazla peri bacası oluşuyor. Ve var olanlar daha da yükseliyor. Bazıları ise yitip gidiyor sağanak yağmurun etkisiyle. Kah zamanın testine yenik düşmüş gövdeleri dökülüyor, kah altlarından doğal yollarla açılmış tüneller çöküyor. Kapadokya yarışıKoşu, bu dramatik peyzajı duyumsamak için harikulade bir fırsat; oldu. Aancak aynı romantizmi, benimle birlikte başlangıç çizgisinde bekleyen yüzlerce koşucuyla koşucunun paylaştığımı ifade edebileceğini hiç zannetmiyorum. Hava karanlıktı,, Tevfik Fikret’in Yağmur şiirinde betimlediği gibi “küçükbüyük, muttarid, ve muhteriz cesur darbeler” halinde yağmur yağıyordu; gıcıkrahatsız edici ve soğuk… Bir anons duyuldu, tam ne dediğini hatırlamıyorum ama şu minvalde bir şeyler: “Zaten önümüzdeki saatler boyunca rezil olacaksınız, birkaç dakika fazla ıslanmışsınız, n’olacak!” Yani… Söylemesi kolay.

Her yer çamur olacak, mahvolacağız gibi bir korkum yoktu açıkçası. Koşarken küçük engellerden kaçmanın, büyük enerji kaybına sebep olacağı gibi safsata bir fikirle avutuyordum kendimi. Neden sonra anlayacaktım ki, bu durum ayaklarıma kuru bir çift temiz çorap giydikten sonra bile, hafızamda kaybedecek bir şeyim olmayacağı hissini canlı tutacaktı. Halimden o kadar memnundum ki. Bir kere mutluydum. Büyüleyici bir yerdi burası. Kapadokya dendiğinde aklınıza ne gelir? Yukarıdaki balonlardan peri bacalarının görüntüsü, değil mi? Aslında coğrafyaya “hâkim” olmak gibi, insanı doğanın üzerinde konumlandıran, tüketici bir reklam spotu aklıma kazınmış olan. Ancak bu koşu başka, bir kere perspektif farklı: müşahidin gözlerinde. Yukarıdan değil, içeriden. Toprak ve çamurda; perilerle aynı satıhta; elma, iğde, alıç ve üvez ağaçlarının, kuşburnu çalılarının arasında; üzüm sırıklarının berisinde. Sıcak, güven verici ve yoğun. Koşarak tanıklık ettiğim tüm bu görsel ve işitsel uyaranlar, yağmur sonrasının iğde ve toprak kokularıyla etkisini güçlendirirken, beni daha çok koşmak için ittiriyordu. Bazen tünellerden geçiyordu rota, bazen tahta köprülerden ve toprakta kazılmış merdivenlerden. Bütün bunların yanında beni çok mutlu eden başka şeyler de vardı. Benim Patika patika koşusu deneyimim oldukça kısıtlıdır ama tahminim o ki, bu koşuyu özel yapan elementlerden birisi de, çeşitli engellerden oluşan bir parkur olması. Mesela dar bir vadi geçişi ve dimdik, elleri de kullanmayı gereken inişler. Yarışa katılan bir arkadaşımın gözleri dolmuş tüm bu deneyim karşısında. Meğer bunun bir duygu durumunun bir de adı varmış: “runner’s high”. Devamlı fiziksel aktivitenin sporcuda yarattığı coşku, derin bir mutluluk ve haz içinde olma halini betimleyen nörobiyolojik etkinin adı. Şaşırmadım, bana da Aladağlar’da olmuştu çünkü.

30K kategorisine yazılmıştım, çünkü diğer ultra alternatifleri olan 60K ve 110K’yı gözüm yemedi. (Gerçi 30K kategorisi de 36 km uzunluğunda çıktı ya, haydi neyse.) İyi ki böyle yapmışım; 30’uncu kilometrede sağ dizimde başlayan ağrı yüzünden, gayet mutlu biçimde sürdürdüğüm tempoyu, geriye kalan 6 kilometre boyunca iyice düşürmek zorunda kaldım. Kendime kabaca beş saat olarak koyduğum hedefi ise 10 dakika geçtim. Ama bu üzüleceğim bir sonuç değil. Yarışta birlikte yol aldığım koşucuların eğlenceli sohbetleri ve halleri, koşudan aldığım tadı epey artırdı. Ah bu arada, yarışa başladıktan yaklaşık 1,5 saat sonra yağmur dinmişti.

Herakleitos, “Aynı derede iki kez yıkanamazsın” demiş, çünkü “ne sen aynı kalmışsındır, ne de dere”. Ürgüp’te başlayıp, İbrahimpaşa ve Göreme’ye uğrayan rotanın sonunda tekrar Ürgüp’e döndüğümde, ne ben aynı kişiydim, ne de rota aynı rota. İşte böyle sevgili okuyucu. Bu değişim ve aynı rotanın sunacağı farklı tecrübelerin ihtimalidir, seneye de bu organizasyona katılmamı sağlayacak olan. Tüm bunları mümkün kılan Argaeuslara (yani Hasan ve Erciyes dağları), Argaeus ekibine, organizasyonu üstlenen Serkan ve Sertan Girgin kardeşlere kocaman bir teşekkür. Dağlarda görüşmek dileğiyle.

  • Runner’s World TR, Kış 2016 sayısı koşu günlüğü kısmında çıkan yazım. Runner’s World editörüne paylaşım izni için teşekkürlerimle…

Aladağlar Flora

Onosma alba roseum, foto: Jassam Saka. Konum, Aladağlar, Sarımemet'in Yurdu kapının kuzey kesimleri

Onosma alba roseum, foto: Jassam Saka. Konum, Aladağlar, Sarımemet’in Yurdu kapının kuzey kesimleri

2012 yılı Haziran ayında Aladağların çiçeklerini tanımak için Sarımemetler,Emli Vadisi ve Oluksekisi yaylası civarında yaptığımız amatör bir haftasonu arazi çalışması esnasında bakış açımızın genişlediğini hissedebiliyordum. Sadece çiçekler değildi konumuz. Buzul-karst morfolojisinden, Emli ormanının özelliklerine, hastalıklarına, çevre koruma master planlarına kadar birçok şeyi konuştuk, öğrendik. Bu tecrübe, bize geçmişin o kaygısız günlerini ve uzmanlaşmanın öncesinde amatör naturalistin doğadan ilham alma ve iyi olma haline yakın bir deneyim yaşatmıştı (Aladağların Yazlık Kıyafetleri yazısı işte o coşkulu hali anlatır). Dağcılığı, spor olarak algılamanın dışında görmek için dağlara, tırmanmak dışında da gitmek gerektiğinin farkına varmıştım sanırım. İşte bu çabamızı her sene düzenli biçimde başka vadilerin çiçeklerini tanımak üzere planlayalım ve gözlemlerimizi bültenlele yaygınlaştıralım istemiştik (Bu konuda bir kaç çiçek fotoğrafı ve bülten fikrini de Aladağlar’ın Çiçekler -spoiler- albümde yayınlamıştım). Biz biraz garip insanlar olacağız ki, siteyi belli bir kalite ve bilimsel standarda getirene kadar açmama kararını aldık ama açık biçimde biliyorduk ki bu siteyi hayatta tutmak bizim dışımızda geniş bir dağsever gurubunun da katılımı olduğu ölçüde mümkün olabilirdi.

Dün akşam Duygu Başoğlu ile, aladaglarflora.wordpress.com sitesini kurduktan üç buçuk sene sonra artık herkese açmaya karar verdik. Dileriz ki, Aladağlara giden ve bitki zenginliğine tanıklık eden herkes bir şekilde Aladağlarflora’ya da katkılarını koyarlar. Çünkü herkesin yapabileceği pek çok şey var. Fotoğraf, not, hava durumu, tür yayılımı tespiti dışında birlikte belli türler ya da renkler üzerinden pek çok şey yapabileceğimize inanıyorum. Bölgenin yerel halkı ve özellikle çocuklarıyla belki…

Ali Değer Özbakır ve Duygu Başoğlu
-Projeye katkılarından dolayı Bilge Ar, Jassam Saka, Esra Ergin ve
Cengiz Kayacılar hocamıza teşekkürlerimizle

Kelebeği hücreye tıkmak

John Ruskin’in çalışmaları, mekanların güzelliğine nasıl sahip oluruz sorusu etrafında dönmekteydi. Alain de Botton’dan alıntılarsam 1:

“1) Güzellik, aklı psikolojik ve görsel olarak etkileyen karmaşık birçok faktörün sonucudur; 2) İnsanın doğuştan gelen güzel olandan etkilenme ve ona sahip olma arzusu eğilimi vardır; 3) Bu sahip olma arzusunun alçak seviyeli birçok ifadesi vardır, ki hatıra ve kilim satın alma, ismini sütunlara kazıma ve fotoğraf çekmek bunlar arasında sayılabilir; 4) Güzelliğe sahip olmanın düzgün tek bir yolu vardır ve bu güzelliği anlamak yoluyla, güzeli ortaya çıkartan faktörlerin bilincine varmak yoluyla olabilir; 5) Bu şuurlu kavrayışın ardına düşmenin en etkin yolu ise güzel yerleri sanat yoluyla tasvir etmek, yazarak ya da çizerek mümkün olabilir, bunu yapma yeteneğimiz olmasından bağımsız olarak.”

Kasıtlı olarak, keyif için sırf ve tepeden dolaşmayı seçen bir dağ sever, her yanını dolduran bu hissi ve ruhsal faktörlerin yarattığı iyi olma haline ve güzelliğe, içine dolup taşan dağ havasına, tüylerini diken azametine sahip olma isteği ne kadar da tanıdık gelir kulağa değil mi? Bir kristal ya da fosil, birkaç çiçek, adını kazıdığı bir kaya parçası ve binlerce ve binlerce dijital fotoğraf… bir mülkiyet meselesi. Botton devam ediyor:

“Buradaydım, şunu gördüm ve benim için önemliydi. (…)Fakat güzel firaridir, çoğunlukla bir daha asla geri dönemeyeceğimiz yerlerde bulunur veya mevsim, ışık ve havanın tesadüfi bir kavuşumu ile oluşur.”

Ruskin, 19. yüzyılın ilk yarısından çıkan bir hayalet misali bizi parmakla göstermiyor mu sizce de? En azından benim peşimden dolaştığını hissedebiliyorum. Çünkü yeterince sorgulamıyorum, “neden bu manzarayı güzel buluyorum?” sorusunu yanıtlamaya cesaret edemiyorum. Hızla hareket eden dünyaya döndüğüm zaman ve gözlerimi kapattığımda o mekanı çizemiyorum & yazamıyorum çünkü. Ve fotoğraf ne kadar büyük bir tembellik değil mi? Bir kere (eskiden olsa… şimdi dijital depolama kapasitelerinin devasalığı ile bir kare için onlarca kez) deklanşöre bastıktan sonra kim bilir kaç defa görüntülüyorum, hayranlık hissini tekrar tadabilmek için. Çok az. Çünkü o artık elektronik bir tablonun hücrelerinde, sıralı üçlülerin betimlediği bir mülk artık. 

Güzellik bir kelebek gibi, kısa ömrü ve benzersiz korkak benliğiyle arkanı döndüğünde kaçıverecek. Zaten Brown hareketi sergiler hali, kim bilir nasıl bir rastlantı sonucu kendi ile buluşturuyor gözlemcisini. Dağcılık insanın kendisini tanımanın kapılarını açıyor. Neden dağlara gittiğimiz ve neden oraları güzel bulduğumuz soruları üzerinde daha çok düşünmek ve birbirimize bunları ifade etmek dileklerimle.


  1. Alain de Botton, 2002. The Art of Travel. Penguin Books, 261pp. 

Zamanın lekeleri

black-screen-1080

Mevcudiyetimizde zaman lekeleri vardır,
Belirgin bir üstünlükle alıkoyar,
yenileyici bir erdemi — çökmüşken
Yanlış bir fikir ya da kavgacı bir düşüncenin,
Ağır bir nesnenin veya daha ölümcül bir ağırlığın altında,
Önemsiz işlerin ve günlük ilişkilerimiz sırasında–
zihinlerimiz oradan beslenir
Ve gizlice iyileşirler,
Öyle bir erdem ki, mutluluğu artıran
İçe işleyen, yukarılara daha yukarılara
Çıkmamızı sağlayan ve düştüğümüzde bizi ayağa kaldıran

W.Wordsworth, Prelude Book XII (1888)1

Zihin, eski anılar ve deneyimlerle kendini iyileştirebilir mi gerçeken? Keşke öyle olsa. Geçen seneye umutla başlamak ne de güzeldi oysa. Pek de sık yazmadığımı farketmişsinizdir. Nasıl mümkün olabilir böyle bir dünyada, git gide korkunçlaşan bir dünyada ve özellikle bu coğrafyada? Göller bölgesinin şairi için zamandaki lekeleri insanı iyileştiren, düştüğünde ayağa kalkmasını sağlayan, sistem dışı kaçamaklarken, burada yaşayanların zamanı birbiriyle birleşerek koca bir karanlığa dönüşmüş lekelerden ibaret. Öyle kolay değil ilham almak artık.


  1. There are in our existence spots of time,
    That with distinct pre-eminence retain,
    A renovating virtue, whence–depressed,
    By false opinion and contentious thought,
    Or aught of heavier or more deadly weight,
    In trivial occupations, and the round,
    Of ordinary intercourse–our minds,
    Are nourished and invisibly repaired;
    A virtue, by which pleasure is enhanced,
    That penetrates, enables us to mount,
    When high, more high, and lifts us up when fallen.