Son

Lakoff ve Johnson’un metaforlar1 üzerine klasikleşmiş bir kitabını okuyorum2. Kitap, lisanın/metaforların düşüncelerimizi ve kavrayış biçimimizi nasıl yapıya kavuşturduğu üzerine muhteşem örneklerle dolu bir şaheser. Metafor çeşitlerinden bir tanesi yönelim metaforları olarak sınıflandırılmış. Aşağıda kitaptan genişçe bir alıntılama yapacağım. Burada örnek mecazi cümleleri ve mantıklarını düşünelim:

Moralini yüksek tut,
Derde düştüm,
Dibe vurduğumu hissediyorum,
Ruhum kanatlandı,
Bugünlerde hayatım tepetaklak gidiyor,

Yazarlar, bu metaforik cümleleri “mutlu olan yukarıda; kederli olan aşağıdadır” yöneliminin kavramlaştırdığını iddia ediyor. Burada dik duruşun olumlu duygu durumuna, eğilmenin ise kedere eşlik ettiğini ifade ediyorlar.

Dimdik ayaktayım,
göz kapakları düşünce uykuya daldı,
kalk (uyan anlamında),
Yatağa düştü,

Yazarlara göre bu cümlelerin mantığı ise, sağlık ve hayat yukarıda; hastalık ve ölüm aşağıdadır. Şimdi de farklı bir grup cümleyi düşünelim:

Sağlığının zirvesinde,
Sağlığı dibe vurdu,
gripten yatağa düştü,
çöktü,

Burada ise mantık, sağlık ve hayat yukarıda, hastalık ve ölüm aşağıdadır.

Üzerinde kontrolüm var,
kariyerinin/gücünün zirvesinde/doruğunda,
Kontrolüm altında,
Güçten düştü,
Bürokrasinin en alt basamaklarında

Bu cümlelerin dayandığı mantık: Kontrol ya da güç sahibi yukarıda; kontrole ya da güce maruz kalan aşağıdadır.

Yüksek miktarlı bir havale gönderdi,
Gelirim geçen yıla oranla tırmanışa geçti,
On sekiz yaşının altında

Çok olan yukarıda; az olan aşağıdadır.

Başımıza gelebilecek bütün olaylar kağıtta listelenmiş,
İleride ne olacağımızdan korkuyorum

Öngörülebilir bir gelecekteki olaylar yukarıdadır.

Yüksek bir konuma sahip,
Zirveye yükseltecek,
Kariyerinin doruğunda,
Basamakları tırmanıyor,
Statüsü düştü

Yüksek statü yukarıda; düşük statü aşağıdadır

Yüce gönüllüdür,
Yüksek standartları var,
Başı diktir,
Alnı açık, başı dimdik,
Aşağılık bir oyundu,
Hak ettiğimin altında,
El altından iş çevirme

Erdemli olan yukarıda; erdemsiz olan aşağıdadır.

Tartışma duygusal bir seviyeye düştü, fakat tekrar rasyonel bir düzleme doğru çıkardım,
Konunun üst düzey entellektüel bir tartışması için duygularımızı bir tarafa bırakmalıyız,
Duygularını altedemedi

Rasyonel olan yukarıda, duygusal olan aşağıdadır.

Yazarlar son sonuçları özetlerken:

Çeşitli uzay/mekân metaforları arasında, aralarındaki tutarlılığı belirleyen, bir kuşatıcı dış sistematiklik vardır. Bu nedenle İYİ OLAN YUKARIDADIR genel mutluluğa dair bir YUKARI yönelimi verir ve bu yönelim MUTLU OLAN YUKARIDADIR, SAĞLIK YUKARIDADIR, HAYAT YUKARIDADIR, KONTROL EDEN YUKARIDADIR gibi özel durumlarla da tutarlılık içindedir.

Saf entellektüel kavramlar diye bilinen kavramlar, yani bilimsel teorideki kavramlar genellikle -belki de her durumda- fiziksel ve/yahut kültürel temele sahip metaforlara dayanır. […] GÜNDELİK GERÇEKLİK AŞAĞIDADIR.

Tüm bunları niçin alıntıladığım aşikâr diye düşünüyorum. Dağcılık ve dağ literatürünün en zengin edebi alanlardan bir tanesi olması, dağcılığın sadece bir spor değil (içeriğinin etkisini asla göz ardı edemeyiz), hayatın kendisi olarak iddia edilmesi, Avrupa kültüründe sekülerizmin ve rasyonalizmin galibiyetini temsil etmesi, yükseklerde yaşamanın sağlık koşulu sayılması gibi pek çok neden ve sizin sayabileceğiniz bir sürü başka kültürel bağlantı ve tutarlı ilişki beni Lakoff ve Johnson’un iddialarını “neden dağcılık?” ajitasyonu kapsamında değerlendirmeye ve tartışmayı zenginleştirmeye ve nihayet blogun da son yazısının ufak teması olarak seçmeme neden oldu.

Beş yıl önce bugün ilk kez dağ delisi blog (ağ güncesi ya da kısaca “günce” diyelim) ismini alıp yazmaya başladığım günü hatırlıyorum. Bugün gibi rahat bir pazar günüydü. Hava soğuk ve güneşliydi. Yine şehir yerine dağda olmayı isteyeceğim bir gün… Düzenli yazı yazabilmek azami dikkat ve dürüst biçimde yazmanın yüklediği bir sorumluluğu, yazabilme motivasyonunu yüksek tutmanın zorluğunu ve özveri gerektiren bir iş… İlk yazıyı WWW’ye yüklediğimde bana sorsalar, farazi olarak şöyle zor böyle zor derdim de, idrakım tam olur muydu hiç sanmıyorum. Günceyi neredeyse düzenli yazılarla ayakta tutmak bana birçok şey öğretti. Bunlardan herhalde ilki şudur: severek yaptığım dağcılığın ve içine girdiğim zaman mutlu olduğum dağların heyecanını bütün bunlara uzak kişilere gösterebilmek. Bunun yanında görünüşte çok kolay gelebilen “neden” sorularını sorarken kendimi biraz daha fazla tanıyabilmek.

YUKARIDA hissediyorum. Dağdelisi benim için hoş bir proje olarak başladı ve maksadını gerçekleştirdi. Sadece yazmak istediğim şeyleri yazdım ve yazarken YUKARIDA oldum. Bundan sonra yazmaya devam edeceğim ama başka kapsam ve yerlerde. Günce sayfasını kapatmıyorum. İsteyen girip eski yazıları okuyabilir. Günce sayesinde tanıştığım, iletişim kurduğum herkese kucak dolusu sevgiler.

YUKARILARDA GÖRÜŞMEK ÜZERE,
dd


  1. Kabaca mecâz olarak Türkçeleştirilebilceğimiz söz sanatı. Bu yazıya esas teşkil eden kitabın Türkçe tercümesi için çevirenin önsözünü metaforun ne olduğunu merak eden okuyucuya ayrıca tavsiye ederim. 
  2. Lakoff, G., & Johnson, M. (2003). Metaphors we live by. 1980. Chicago: U of Chicago P. Bu yazıda kitabın 2015 yılında Gökhan Yavuz Demir tarafından oldukça başarılı bir şekilde tercüme edilmiş Ithaki yayınları edisyonundaki alıntıları ile kullanacağım. Kitabı okumak isteyenlere de Türkçe basımı tacsiye ederim. 
Advertisement

Leviathan

2011 yılında Dağcılık ve Dağ Etkinlikler Gözlemevi (l’Observatoire des Pratique de la Montagne et de l’Alpinisme, OPMA) ona yakın dağ/dağcılık odaklı çalışan derneği bir araya getirmiş ve sonucunda şu kritik öneme sahip şu soruyu esas alarak bir manifesto hazırlamışlar:

günümüzde ve gelecekte, toplumumuzda dağ aktiviteleri için mahal kalacak mıdır?

Sorunun öncülü:

Günümüzde bu pratikler artan arazi planlaması süreçleri ve dağlık bölgelerin kalkınması yüzünden zayıflamıştır; [Bu pratikler] aynı zamanda artan çevresel ve güvenlik bilinci endişeleri ile kısıtlanmış ve özellikle gençlerin ilgisini daha çok çeken sporlar ve boş zaman faaliyetlerinin önemli ölçüde çeşitlenmesiyle yüzleşmek zorunda kaldıkları için önem dereceleri düşmüştür. Peki dağcı ve dağ aktiviteleri gereken ortamı için nasıl koruyabiliriz? Onların [dağ ve dağ aktivitelerinin] toplum için ilgiye değer meşgaleler olmalarını bir defa daha nasıl sağlayabiliriz?

Özellikle Türkiye gibi hem doğal varlıkların hoyratça sermayenin çıkarına kurban edildiği hem de toplumun güvenliği için kamusal alan olmaktan çıkartıldığı bir ülkede, herhalde bu soru üzerinde önemle durulması gereken bir tartışmayı hak etmektedir. Sevdiğim bir yazar “hayatlarımız, yerinden edilmiş doğanın üzerine kurulu […] mekanlarda geçiyor” diyor. Bütün bu dönüşümü yaratmak için gereken hammaddenin ve enerjinin de doğadan geldiğini, yine doğa pahasına geldiğini de ben ekleyeyim. Geçen gün bir bakkal hesabı ile hayret verici bir sonuca ulaştım. Türkiye’nın inşaat sektörünün yıllık çimento üretim istatistiklerine rastladım. Çimento, biliyorsunuzdur, kireçtaşı ve alçıtaşı kullanılarak üretilir. 2010’da 63 milyon ton olan üretim, 2014’te 71 milyona çıkmış, büyüme hızı %3,2. Normalde bir birim kireçtaşından bir birimden daha az çimento üretilir. Ama ben 1:1 oran alıp en az etkiyi göstermek istiyorum. 63 milyon ton yaklaşık 27 milyon metreküp kaya kütlesi demektir. Sezgisel ifade edersem 300m x 300m x 300m (olimpik bir havuzun 50m x 25m x 2m olduğunu düşünürsek 10,800 adet olimpik yüzme havuzunu dolduracak kadar çimento) ya da 1500m x 50m x 50m ortalama ölçülerine sahip Ballıkayaların kanyon hacmini 7 kez dolduracak kadar çimento. Geçenlerde Dedegöl dağlarıyla ilgili taş ocağı olarak işletilmesine yönelik planları duyduk. Yarın Aladağların bir kenarında mikro HES yapacaklarını da duyacağız. Her geçen gün hayatımıza anlam katan, sağladığı ekosistem hizmetleriyle halkları yaşatan bu narin varlıkları kaybedeceğiz.

Sanırım günümüz dağcısı ya da tırmanıcı ve onların üst çatısı olan federasyonları bekleyen esas kırılma noktası cemiyetleşebilme meselesinden çok gerçekten üzerine tırmanılacak “doğal arızaların” kalıp kalmayacağı sorusu. O halde manifestoya geri dönelim; dağcılığın ruhunu şöyle tanımlamış:

Kendine özgü teçhizat ve teknikler gerektiren ve özgürlük, adanmışlık, sorumluluk, özyönetim, takım ruhu ve dayanışma gibi olumlu değerlerin paylaşılmasına işaret eder.

Söylemesi bile heyecan verici bu nitelemelerin yüklediği sorumluluğu hissediyor muyuz?

Ateş Toprakları: Kapadokya’da hayal ile gerçek arasında geçen bir koşunun hikâyesi*

Kapadokya; güneyde Toroslar’ın sınırladığı, kuzeyde Karadeniz dolaylarına kadar uzanan, batıda Lykaonia’nın tuz ovaları ile doğuda kuzey Fırat havzasının sınırladığı orta Anadolu’nun kalbi… Anadolu’nun ateş toprakları da diyebilir miyiz? Öyle ya, 10 bin yıl önce fırtına tanrısının tahtı Argaeus ile dünyanın en eski kentlerinden Çatalhöyük halkının dehşet içinde patlayışına tanıklık ettikleri Hasan Dağı’nı düşünürsek… Patlamaların püskürttüğü sıcak gazlar, iri taşlar ve toz kütleleri yeryüzünü kat kat örtüyordu milyonlarca yıldan beri. Fakat fırtına tanrısı buna izin verir mi! Yağmur, kar, rüzgâr ile ince ince aşındırıyordu yüzeyi. Hele kolayca aşınan volkanik tüf daha sağlam soğumuş lav altında kalınca, Argaeus tüm hışmını ona yöneltti ve peri bacaları peyda oldu birden. İşte bu bitmek bilmez mücadele, karşımıza bu sürreel coğrafyayı çıkardı. Bütün bu anlattıklarım benim için macera demek; büyülü bir mekân demek. O mekânın kapılarını açan şey ise yolculuk. Hatta bunun en saf hali, yani yola ayaklarımla temas etmek. Geriye tek bir karar kalıyor: hangi hızla?

Toros Dağları’nın en müstesna yeri benim için Aladağlar’dır. Neredeyse Alpler’in panoramalarıyla boy ölçüşebilir, şekillerinin cüreti ve kayalık zirvelerin yüksekliğiyle. Aladağlar, Türk dağcılığının merkezidir. Dağcılığı benim kimliğimin bir parçası yapan bu mekânın, aynı zamanda patika koşularına adım atmamı sağlayan yer olacağını nereden bilebilirdim ki! Geçtiğimiz ağustos ayında koşulan Raidlight Aladağlar Sky Trail’e kaydımı yaptırdıktan sonra, pek vakit kaybetmeden, The North Face Kapadokya Ultra Trail etkinliğine de yazdırdım adımı. Ben bir dağ tutkunuyum; dağ delisi de denebilir, çok sayıda deliden bir tanesi işte. Koşuyu genellikle dağcılık faaliyetlerim için antrenman odaklı yaparım. Yapardım. Oysa şimdi önümde ardına kadar açılmış başka bir kapı duruyor.

Her sabah daha fazla peri bacası oluşuyor. Ve var olanlar daha da yükseliyor. Bazıları ise yitip gidiyor sağanak yağmurun etkisiyle. Kah zamanın testine yenik düşmüş gövdeleri dökülüyor, kah altlarından doğal yollarla açılmış tüneller çöküyor. Kapadokya yarışıKoşu, bu dramatik peyzajı duyumsamak için harikulade bir fırsat; oldu. Aancak aynı romantizmi, benimle birlikte başlangıç çizgisinde bekleyen yüzlerce koşucuyla koşucunun paylaştığımı ifade edebileceğini hiç zannetmiyorum. Hava karanlıktı,, Tevfik Fikret’in Yağmur şiirinde betimlediği gibi “küçükbüyük, muttarid, ve muhteriz cesur darbeler” halinde yağmur yağıyordu; gıcıkrahatsız edici ve soğuk… Bir anons duyuldu, tam ne dediğini hatırlamıyorum ama şu minvalde bir şeyler: “Zaten önümüzdeki saatler boyunca rezil olacaksınız, birkaç dakika fazla ıslanmışsınız, n’olacak!” Yani… Söylemesi kolay.

Her yer çamur olacak, mahvolacağız gibi bir korkum yoktu açıkçası. Koşarken küçük engellerden kaçmanın, büyük enerji kaybına sebep olacağı gibi safsata bir fikirle avutuyordum kendimi. Neden sonra anlayacaktım ki, bu durum ayaklarıma kuru bir çift temiz çorap giydikten sonra bile, hafızamda kaybedecek bir şeyim olmayacağı hissini canlı tutacaktı. Halimden o kadar memnundum ki. Bir kere mutluydum. Büyüleyici bir yerdi burası. Kapadokya dendiğinde aklınıza ne gelir? Yukarıdaki balonlardan peri bacalarının görüntüsü, değil mi? Aslında coğrafyaya “hâkim” olmak gibi, insanı doğanın üzerinde konumlandıran, tüketici bir reklam spotu aklıma kazınmış olan. Ancak bu koşu başka, bir kere perspektif farklı: müşahidin gözlerinde. Yukarıdan değil, içeriden. Toprak ve çamurda; perilerle aynı satıhta; elma, iğde, alıç ve üvez ağaçlarının, kuşburnu çalılarının arasında; üzüm sırıklarının berisinde. Sıcak, güven verici ve yoğun. Koşarak tanıklık ettiğim tüm bu görsel ve işitsel uyaranlar, yağmur sonrasının iğde ve toprak kokularıyla etkisini güçlendirirken, beni daha çok koşmak için ittiriyordu. Bazen tünellerden geçiyordu rota, bazen tahta köprülerden ve toprakta kazılmış merdivenlerden. Bütün bunların yanında beni çok mutlu eden başka şeyler de vardı. Benim Patika patika koşusu deneyimim oldukça kısıtlıdır ama tahminim o ki, bu koşuyu özel yapan elementlerden birisi de, çeşitli engellerden oluşan bir parkur olması. Mesela dar bir vadi geçişi ve dimdik, elleri de kullanmayı gereken inişler. Yarışa katılan bir arkadaşımın gözleri dolmuş tüm bu deneyim karşısında. Meğer bunun bir duygu durumunun bir de adı varmış: “runner’s high”. Devamlı fiziksel aktivitenin sporcuda yarattığı coşku, derin bir mutluluk ve haz içinde olma halini betimleyen nörobiyolojik etkinin adı. Şaşırmadım, bana da Aladağlar’da olmuştu çünkü.

30K kategorisine yazılmıştım, çünkü diğer ultra alternatifleri olan 60K ve 110K’yı gözüm yemedi. (Gerçi 30K kategorisi de 36 km uzunluğunda çıktı ya, haydi neyse.) İyi ki böyle yapmışım; 30’uncu kilometrede sağ dizimde başlayan ağrı yüzünden, gayet mutlu biçimde sürdürdüğüm tempoyu, geriye kalan 6 kilometre boyunca iyice düşürmek zorunda kaldım. Kendime kabaca beş saat olarak koyduğum hedefi ise 10 dakika geçtim. Ama bu üzüleceğim bir sonuç değil. Yarışta birlikte yol aldığım koşucuların eğlenceli sohbetleri ve halleri, koşudan aldığım tadı epey artırdı. Ah bu arada, yarışa başladıktan yaklaşık 1,5 saat sonra yağmur dinmişti.

Herakleitos, “Aynı derede iki kez yıkanamazsın” demiş, çünkü “ne sen aynı kalmışsındır, ne de dere”. Ürgüp’te başlayıp, İbrahimpaşa ve Göreme’ye uğrayan rotanın sonunda tekrar Ürgüp’e döndüğümde, ne ben aynı kişiydim, ne de rota aynı rota. İşte böyle sevgili okuyucu. Bu değişim ve aynı rotanın sunacağı farklı tecrübelerin ihtimalidir, seneye de bu organizasyona katılmamı sağlayacak olan. Tüm bunları mümkün kılan Argaeuslara (yani Hasan ve Erciyes dağları), Argaeus ekibine, organizasyonu üstlenen Serkan ve Sertan Girgin kardeşlere kocaman bir teşekkür. Dağlarda görüşmek dileğiyle.

  • Runner’s World TR, Kış 2016 sayısı koşu günlüğü kısmında çıkan yazım. Runner’s World editörüne paylaşım izni için teşekkürlerimle…

Kelebeği hücreye tıkmak

John Ruskin’in çalışmaları, mekanların güzelliğine nasıl sahip oluruz sorusu etrafında dönmekteydi. Alain de Botton’dan alıntılarsam 1:

“1) Güzellik, aklı psikolojik ve görsel olarak etkileyen karmaşık birçok faktörün sonucudur; 2) İnsanın doğuştan gelen güzel olandan etkilenme ve ona sahip olma arzusu eğilimi vardır; 3) Bu sahip olma arzusunun alçak seviyeli birçok ifadesi vardır, ki hatıra ve kilim satın alma, ismini sütunlara kazıma ve fotoğraf çekmek bunlar arasında sayılabilir; 4) Güzelliğe sahip olmanın düzgün tek bir yolu vardır ve bu güzelliği anlamak yoluyla, güzeli ortaya çıkartan faktörlerin bilincine varmak yoluyla olabilir; 5) Bu şuurlu kavrayışın ardına düşmenin en etkin yolu ise güzel yerleri sanat yoluyla tasvir etmek, yazarak ya da çizerek mümkün olabilir, bunu yapma yeteneğimiz olmasından bağımsız olarak.”

Kasıtlı olarak, keyif için sırf ve tepeden dolaşmayı seçen bir dağ sever, her yanını dolduran bu hissi ve ruhsal faktörlerin yarattığı iyi olma haline ve güzelliğe, içine dolup taşan dağ havasına, tüylerini diken azametine sahip olma isteği ne kadar da tanıdık gelir kulağa değil mi? Bir kristal ya da fosil, birkaç çiçek, adını kazıdığı bir kaya parçası ve binlerce ve binlerce dijital fotoğraf… bir mülkiyet meselesi. Botton devam ediyor:

“Buradaydım, şunu gördüm ve benim için önemliydi. (…)Fakat güzel firaridir, çoğunlukla bir daha asla geri dönemeyeceğimiz yerlerde bulunur veya mevsim, ışık ve havanın tesadüfi bir kavuşumu ile oluşur.”

Ruskin, 19. yüzyılın ilk yarısından çıkan bir hayalet misali bizi parmakla göstermiyor mu sizce de? En azından benim peşimden dolaştığını hissedebiliyorum. Çünkü yeterince sorgulamıyorum, “neden bu manzarayı güzel buluyorum?” sorusunu yanıtlamaya cesaret edemiyorum. Hızla hareket eden dünyaya döndüğüm zaman ve gözlerimi kapattığımda o mekanı çizemiyorum & yazamıyorum çünkü. Ve fotoğraf ne kadar büyük bir tembellik değil mi? Bir kere (eskiden olsa… şimdi dijital depolama kapasitelerinin devasalığı ile bir kare için onlarca kez) deklanşöre bastıktan sonra kim bilir kaç defa görüntülüyorum, hayranlık hissini tekrar tadabilmek için. Çok az. Çünkü o artık elektronik bir tablonun hücrelerinde, sıralı üçlülerin betimlediği bir mülk artık. 

Güzellik bir kelebek gibi, kısa ömrü ve benzersiz korkak benliğiyle arkanı döndüğünde kaçıverecek. Zaten Brown hareketi sergiler hali, kim bilir nasıl bir rastlantı sonucu kendi ile buluşturuyor gözlemcisini. Dağcılık insanın kendisini tanımanın kapılarını açıyor. Neden dağlara gittiğimiz ve neden oraları güzel bulduğumuz soruları üzerinde daha çok düşünmek ve birbirimize bunları ifade etmek dileklerimle.


  1. Alain de Botton, 2002. The Art of Travel. Penguin Books, 261pp. 

İngilizler çağdaş dağcılığı nasıl yarattılar? – III. ve Son Kısım

Alpleri himayeleri altına almayı nasıl başardılar?Bazı Britanyalı orta üst sınıf mensubu kişiler çeşitli sebeplerle Alplere gitti ve neredeyse tüm zirveleri, buzulları ve geçitleri fethetmeye başladı. Bu saiklerin bazılarını anlamaya başladıktan sonra, bir başka soru akla geliyor, o da dağcılığın altın çağında Britanyalılar baskın kuvvet olmayı nasıl başardılar , ve bunu neden İsviçre ve Avusturya gibi bir Alp ülkesi yapamadı? Bu çok daha tuhaf çünkü İngiltere neredeyse düz bir ülkedir. İlk önerme önemlidir çünkü Britanyalılar Alpler’e tırmanmak için gitti (ki önceki bölümlerde bunu anlamaya çalıştık), fakat daha da acayip olan Alp uluslarının çok daha önünde, onların baskın güç olmayı başarmasıdır.

Bu denli baskın olmayı başarmalarının ardındaki en önemli sebeplerden bir tanesi, diğer Alp uluslarının 1840’lardan ta 1860’lara dek süren yapısal zayıflıklarıydı. Bu ülkelerin vatandaşları tırmanmak isteseydiler bile, bunu yapmaya imkanları yoktu. Neredeyse tüm Avrupa ulusları 1848 devrimi ve sonuçlarına göğüs germeye çalışıyordu. Bu devrimci mücadele esnasında birçok insan daha ziyade hayatta kalmak ya da zor koşullar altında elinden geleni yapmaya çalışıyordu, ki bu devrimler oldukça büyük bir toplumsal dönüşümle birlikte gerçekleşiyordu. Bu yüzden çok az insan parasını ve zamanını ‘ziyan’ etmeyi göze alabildi, bırakın tırmanmayı düşünmeyi. Bu durumla çoğu Alp ulusu karşı karşıya kaldı. 1848 devrimleri dışında, aynı yıl İsviçre’de Sonderbund savaşı, Almanya’nın 1871’de, İtalya’nın ise 1861’deki birleşmeleri ve bunlarla ilgili diğer sorunlar gündemdeydi. Fransa’da ise, 1870-1871 Franko-Prusya harbini takip eden Üçüncü İmparatorluğun doğuşu, gerilemesi ve çöküşü, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise, topraklarının çoğunda ortaya çıkan milliyetçi akımların doğurduğu sorunlarla boğuşuyordu. Ve bu liste uzadıkça gider… Açık ki, pek az ulus İngilizlerinki gibi sakin ve barışçıl bir kalkınma dönemi görmüş olsun. Bu yüzden 1850’ler ve 60’larda İngilizlerin Alplerledeki baskın konumuna ciddi bir tehlike oluşturmaktan acizdiler. Ancak sonraları durum Fransa, Almanya ve Avusturya lehine dönecekti. 19. Yüzyılın ortalarında Alplerin İngiliz egemenliğinde olmasının başlıca nedenlerinden biri budur. Bu başat siyasi sebep dışında kalan diğerleri daha çok toplumsal ve ekonomik düzeyde kalır. 18. yy sonlarında İngiltere’de başlayan sanayi devrimi görece yeni bir toplumsal sınıfın doğması ve büyümesine yol açmıştı, orta sınıf. Britanya’daki bu orta sınıf, görmüş olduğumuz üzere dağcılığın icadında büyük önemi sahipti şüphesiz. Ancak kıta Avrupasında, sanayi devrimi onyıllar sonra ortaya çıkabildi, ki doğuracağı orta sınıf da aynı süre gecikti. Bu yüzden, 19. yy ortasında İngiltere’de olduğu gibi finansal bakımdan güçlü bir orta sınıf kıta Avrupasında mevcut değildi, ki bu da Avrupa uluslarının dağcılığı üzerinde bir takım sonuçlar doğuracaktı. Tırmanmaya ancak toplumun belli bir güce (özellikle finansal) ulaştığı 1860’lar ve 70’lerden itibaren başlayabildiler. Bu dönem, İngiliz hakimiyetinin de düşüşe geçtiği zamana denk gelmektedir.

Burada küçük ancak önemli bir noktayı vurgulamak gerekli. Yukarıda İngilizlerin dağcılığın altın çağında bu kadar baskın olmasına yönelik verdiğim iki sebep, elbette tüm sebepleri yansıtmaz. Esasen oldukça karmaşık bir tabloyu oluşturan pek çok noktayı aşırı basitleştirmiş olabilirim. Lakin, Alp uluslarının tüm sosyal ve ekonomik gelişimi, ve kendi orta sınıflarının toplumları çindeki rollerine göz atmak, diğer tüm meseleleri incelemekten daha faydalı olacaktır. 

SONUÇLAR

1865 Matterhorn trajedisinden sonra Alplerin neredeyse bütün zirvelerine çoğu yerel rehberleri eşlğindeki İngiliz dağcılar tarafından çıkıldı. Matterhorn ilk çıkışı aynı zamanda bir devrin de sonudur. İngilizlerin Alplerdeki gücü ve nüfuzu yavaşça solmaya ve yerini Alman, Avusturya, İtalya, İsviçre ve Fransa menşeli dağcılara bırakmaya başlar. Yalnızca dağcılık değişmekle kalmaz, görüntüsü de değişir. 

İngiliz dağcılar daha çok keşfetmeye, ve bir anlamda tüm yüksekleri fethetmeye çalışırken, tüm zirvelerin ilk çıkışı ve keşfi tamamlandığında artık bu imkansız hale gelmiştir. Artık dağlara sadece tırmanmak, yerini gitgide daha zor, uzun ya da direkt rotaları arayan (özellikle elit seviyedeki) dağcılara bırakmıştır. Günümüzde bu süreç hala devam etmektedir. 1870’lerden itibaren dağcılık özellikle diğer Alp ulusları arasında gitgide daha popüler olacaktı. Dağcılık cemiyetlerinin üye sayısına şöyle bir bakarak bunu kanıtlayabiliriz. Mesela DÖAV (Deutscher und Österreichischer Alpenverein – Alman ve Avusturya Dağcılık cemiyeti)’ın 1900 yılı civarında 100.000’e yakın üyesi vardı.[44] 

Diğer dağcılık örgütleri bu kadar büyük olmasa da, 1850 ve 60’larda Alpleri himayesi ltına alan İngiliz dağcıların sayısıyla karşılaştırıldığında hala devasa sayılara ulaşıyordu. Böylece dağcılık küçük bir cemaatin faaliyetinden çıkıp bir kitle hareketine dönüştü. İngiliz dağcılarının diğer toplumsal sınıflarla aralarına koymak için yaptıkları bu imtiyazlı faaliyet anlamını tamamen yitirdi bu dönüşüm esnasında ve dağcılar herhangi bir sınıftan gelebilir oldu. 

“Kendimizi küçük bir tarikat olarak bildik, ve sıklıkla güldüler bize; kendimizi saygıdeğer bilerek, ve eğlencemizin tek ve en asil eğlence olduğunu kabul ederek verdik yanıtımızı. [45] 19. yüzyılın son çeğreğinde bir başka değişim meydana geldi. Yavaş yavaş İngiliz dağcıları hareket alanlarını Alplerden, Andlar, Kafkas dağları veya Himalayalar gibi diğer sıradağlara yöneltmeye başladı. Keşif ve fetif – maskülenite ve emperyalizm – bir defa daha İngiliz dağcılığının merkezine yerleşti, ki Alpine Club’un hala ilan ettiği üzere: “Alpine Club’un varlık nedeni daima zor ve yeni rotaları fethetmek olmuştur. (…) Alplerin keşfi çoktan bitmişse bile, Alpine Club üyeleri başka ülkelerde “İlk”leri başarmaya devam eder.”[46] 

Bu makalede İngiliz üst-orta sınıfın dağlara tırmanmasının ardındaki bazı sebepleri açıklamaya çalıştık. Toplumsal olduğu kadar siyasi ve ekonomik sebepleri verdik. Orta sınıf kimlikleri ve haliyle sosyal konumlarını kuvvetlendirmek isteyen bu üst orta sınıf dağcılığı icat etmiştir, ve netice itibarıyla kendilerini Britanya toplumunun alt ve üst sınıflarında ayırmalarına neden olmuştur. Dolayısıyla maskülenite ve emperyalizm gibi kavramlar bu bağlamda önem kazanmaktadır. Bununla birlikte sonunda münferit saikler nihai güdüler olarak kalmıştır. 
Bu kısa tarihsel makale dahilinde dağcılığın oluşumuna etkileyen tüm nedenler verilmemiştir. Çünkü böyle bir liste sonsuz uzunlukta olacaktır. Buna rağmen, İngilizlerin neden tırmanmaya başladığına dair tarihsel bir özet yazmaya, ve böylece günümüzde bildiğimiz şekliyle neden dağcılığı yarattıklarını gayret ettim. Elbette Britanyalıların gelişinden önce dağcılığın var olduğu ve dağcılığın onlar tarafından yaratılmadığı iddia edilebilir, ki bu iddiaya katılmamak zordur. Yine de, hala Britanyalı öncülerin büyük katkısı sayesindedir dağcılığın günümüzde bildiğimiz halini alması. Tarihte ilk kez dağcılık bir şekilde örgütlü hale gelmiştir. 1857’de Alpine Club kuruluşu sayesinde diğer dağcılık örgütleri kurulabilmiştir. Böylece dağcılığı düzenleme, gelişmesi ve büyümesine olanak sağlamıştır. Benzer şekilde, Britanyalı dağcıların bilimsel-olmayan saikleri dağcılığa kattıkları da söylenebilir. Onlar sayesinde dağcılığın bilimsl olmayan biçimi toplumsal olarak kabul edilebilmiştir. Son olarak, Britanyalı dağcılar büyük ölçüde, mükemmel biçimde yazılmış, dağcılık başarılarını anlattıkları sayısız seyahat ve rehber kitaplarının etkisiyle dağcılığı dünyanın dört bir yanına yaymayı da başarmışlardır. Onlar sayesinde Alpler ve daha kendine özgü bir dağcılık, pek çokları tarafından bilinir olmuştur. Ve böylece Birtanyalı orta üst sınıf mensuplarının yaklaşık 19. yy ortasında dağcılığı yarattıkarını düşünüyorum.

Notlar

  1. Hudson C. en Kennedy E. S., ‘Where there’s a will there’s a way: an ascent of Mont Blanc, by a new route and without guides’, p. VII-VIII.

  2. Coolidge W.A.B., ‘Les Alpes dans la nature et dans l’histoire’, Parijs, Payot et Cie, 1913, pp. 547. 

  3. Stephen L., ‘The Playground of Europe’, p. 220.

  4. Bonhème P., ‘Member of the Alpine Club I presume?’, p. 55. İngilizce tercümesi: ‘the rationale of the Alpine Club has always been to conquer difficult and new routes… Even if the discovery of the Alps has long past, members of the Alpine Club remain to realize more first ascents than any other country.’ 

Kaynakça

  • Appia H., ‘Les Anglais et la decouverte des Alpes’, in: Journal of the British Institute, Paris, 12, 1991, pp. 77-93.

  • Ball J., ‘A guide to the Western Alps’, Londen, Longmans, Green, and Co., 1866, pp. 404.

  • Bennet C. S., ‘The Golden Age of Mountaineering: 1850-1870’, Alpine Club Archives, 1922/C146 , 1950.

  • Band G., ‘Summit: 150 years of the Alpine Club’, Collins, 2006, pp. 256.

  • Bonhème P., ‘Member of the Alpine Club I presume?’, in: Alpes Magazine, 89, 2004, pp. 48-55.

  • Chamson M., ‘le roman de la montagne’, Etrépilly, C. Bardillat, 1987, p. 154.

  • Clark R., ‘The Victorian Mountaineers’, Londen, B. T. Batsford Ltd., 1953, pp. 232.

  • Coolidge W.A.B., ‘Les Alpes dans la nature et dans l’histoire’, Parijs, Payot et Cie, 1913, pp. 547.

  • Fleming F., ‘Killing Drangons: The conquest of the Alps’, Londen, Granta, 2000, pp. 398.

  • Forbes J., ‘Travels through the Alps’, Londen, Black, 1900, pp. 572.

  • Grünwald R., ‘Les Anglais et la conquête des Alpes: (chronique des premières ascensions [1811-1887, dans les montagnes du Haut-Valais]) Trad. par Vittoz P.’, in: Alpes, 42, 1966, p. 116.

  • Grupp P., ‘faszination Berg: die Geschichte des Alpinismus’, Keulen, Böhlau, 2008, pp. 391.

  • Hansen P. H., ‘Albert Smith, the Alpine Club, and the Invention of Mountaineering in Mid-Victorian Britain’, The University of Chicago Press , in: The Journal of British Studies, Vol. 34, 3, Victorian Subjects (Jul., 1995), pp. 300- 324.

  • Holt R., ‘Sport and the British: a Modern History’, Oxford, Clarendon Press, 1989, pp. 396.

  • Hudson C. en Kennedy E. S., ‘Where there’s a will there’s a way’, Londen, Spottiswoode & Co., 1856, pp. 95. 

  • Lejeune D., ‘Histoire sociale et alpinisme en France à la fin du XIXe et au début du Xxe siècle’, in: Revue d’Histoire Moderne et Contemporaine, 25, 1978, pp. 111-128.

  • Macfarlane R., ‘Mountains of the mind’, New York, Pantheon Books, 2003, pp. 306.

  • Murray J., ‘A hand book for travelers in Switzerland, Savoy and Piemont’, Londen, Murray, 1838, pp. 367.

  • Raymann A., ‘Evolutions de l’alpinisme dans les Alpes françaises’, Grenoble, Brunswick, 1912, pp. 578.

  • Ring J., ‘How the English made the Alps’, Londen, Murray, 2001, pp. 287. 

  • Scharfe M., ‘Berg-Sucht: eine Kulturgeschichte des frühen Alpinismus 1750-1850’, Wenen, Böhlau, 2007, pp. 382.

  • Seylaz L., ‘Les origins de l’alpinisme suisse’, in: Alpes, 39, 1963, pp. 82-86.

  • Smelser N. J., ‘Social Paralysis and Social Change. British Working-Class Education in the Nineteenth Century’, Oxford, University of California Press, 1991, pp. 499.

  • Stephen L., ‘The Playground of Europe’, San Rafael (Californië), Archivum Press, 2007, pp. 243.

  • Tissot L., ‘How did the British Conquer Switzerland?’, Journal of Transport History, 16, 1, march 1995, 21-54.

  • Trevor B., ‘When the Alps cast their spell: Mountaineers of the Alpine Golden Age’, Glasgow, The In Pinn, 2004, pp. 314.

  • Tubbesing U., ‘Traumgipfel aus Fels und Firn’, in: berge, 42, 1990, pp. 16-25.

  • Tuckett E., ‘Pictures in Tyrol and elsewhere: from a family sketch-book’, londen, Longmans, Green, and Co., 1867, pp. 313.

  • Tyndall J., ‘The glaciers of the Alps, being a narrative of excursions and ascents, an account of the origin and phenomena of glaciers, and an exposition of the physical principles to which they are related’,Londen , Murray, 1860, pp. 444.

  • Tyndall J., ‘Hours of exercise in the Alps’, New York, D. Appleton, 1872, pp. 473.

  • Van Loocke K., ‘Geld, vriendschap en sociale tegenstellingen: een onderzoek naar de paradoxale relaties tussen gidsen en alpinisten in de 19de eeuw’, master dissertation, Ghent University, Ghent, 2010 (http://lib.ugent.be/fulltxt/RUG01/001/457/758/RUG01-001457758_2011_0001_AC.pdf)

  • Whymper E. ‘Scrambles amongst the Alps : in the years 1860-69’, Philadelphia, J. B. Lippincott & Co., 1872, pp. 164.

  • Whymper E., ‘The valley of Zermatt and the Matterhorn: a guide’, Londen, Murray, 1900, pp. 224.

  • Wills A., ‘Wandering among the high Alps’, Londen, R. Bentley, 1858, pp. 426.

  • Wills A., ‘”The Eagle’s Nest” in the Valley of Sixt’, Longman, Green, Longman, and Roberts, London, 1860, p. X.

  • ‘A London Club for Working Men’, in: Reynolds’s Newspaper, Londen, 28 oktober 1860, nr. 533. Rev. Joseph M’Cormick, ‘The fatal accident on the Matterhorn’, in: Penny Illustrated Paper, 29 july 1865, nr. 200.

Milano’da dondurma yiyeceksen bak o ortadaki Katedral var ya…

Aranızda seyahat (pardon travel) blogu takip eden var mı? Benim bir iki tane var galiba, o kadar. Kimseyi incitmek adetim değildir, o yüzden sadece ufak bir kinaye olarak alın olur mu? Zira sebebi ziyaretim son derece ucuz biçimde ele alınmış seyahat acüklamaları. Şöyle reçete gibi verilen seyahat “check-listleri”: sevgilinizle bir bukle romantizm için Porto Fino’da Pino Grigio eşliğinde bir aperitivo! Sağol ya, söylemesen n’apardık? Hani yazı alt başlıkları, “Ne yenir? Nerede kalınır? Ne alınır? Ne yenir?” falan olur bunların… “İstanbul’un keşmekeşinden (ooo bak yanlış başladım, kaosundan yazmalıydım) kaçmak için yaptığım planlar, kredi kartı bilgilerimi internete girmemle bana cennetin kapılarını açtı. Türkiye; üç tarafı denizlerle çevrili haliyle ardımda kala dursun, ben dört tarafı denizlerle çevrili Zanzibar’da hindistan cevizi sütü banyosunda detoks da detoks…”
Yazının devamı için tıklayın

durum nedir?

Bir arkadaşım bloga okuldaki ağdan girmek istediğinde aşağıdaki mesajı almış. Geçen aylarda başka arkadaşlarım, siteye giremiyoruz diyorlardı. Durum hakkında bilgisi olan var mıdır? Şaşkınlık içindeyim.

Siteye girmeye kalktığında uyarı ile karşılaşan başkaları var mı?

BU SİTEYE ERİŞİM, MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI İNTERNET ERİŞİM GÜVENLİĞİ POLİTİKASI GEREĞİNCE, TÜRK TELEKOM A.Ş. TARAFINDAN KURUMSAL GÜVENLİK HİZMETLERİ KAPSAMINDA KISITLANMIŞTIR.

BİLGİ:BU İÇERİĞİN KISITLANMASINDA BİR YANLIŞLIK OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORSANIZ, İLETİŞİM BİLGİLERİNİZLE BERABER mebicerik@meb.gov.tr ADRESİNE E-POSTA İLE BİLDİRİNİZ.

Aladağlar Sky Trail ve hissettiklerim

Damdaki kemancı, kulağa tuhaf geliyor değil mi? Fakat küçük köyümüz Anatevka’da her birimiz damdaki bir kemancıdır, boynunu kırmadan hoş ve basit bir ezgi çiziktirmeye çalışan. Bu kolay değil. O kadar tehlikeli olmasına rağmen neden yukarıda durduğumuzu sorabilirsiniz? Yukarıdayız çünkü Anatevka bizim evimiz… Ve dengeyi nasıl koruduğumuza gelirsek tek kelimeyle ifade edebilirim…

 
Aladağlar benim için hem geçmiş hem de gelecek. Şimdi bir de bu
gün. Zaman ve mekan birbirine yapışmış, neresinden tutsam hatıranın hızıyla oralara savruluyorum. Bu çok ayrıcalıklı bir şey. Müsebbibi ise gök koşusu! Üzerinden bir hafta geçmesine rağmen etkisini hala içimde hissedebiliyorum; hala tarifsiz bir mutluluk hali hakim. Sanki oradan hiç geri dönmemiş gibiyim. 
Peki neden böyle? Her geçen sene, bu adamı daha bir duygusallaştırıyor mu? Her geçen sene geçmiş lehine çalışan bir muhasebeyse, o halde çoğalan planlara ne demeli? Neden Bademdere – Çukurbağ yolunda giderken gözlerimi sola sabitlediğim zaman, ki bunu boynumu epey hırpalama pahasına yaparım, dağ silsilesinin batı cephesinde ve kuzeyli yönlere uzanan sırtlarında bivakladığım* yerleri hatırlarken bir yandan da şurada da gecelesem diyorum? Benim aklıma işte ilk Joseph Stein kitabından Broadway’e uyarlanan Damdaki kemancının açılış sözleri geliyor, yalnız iki farkla: Anatevka yerine Aladağlar, Damdaki kemancı yerine dağ delileri…
Yazının devamı için tıklayın

Kitap: Aladağlar tırmanış, yürüyüş ve tur kayağı rehberi

İnce, R., 2014 (2. Basım). Comprehensive Guide to Aladaglar: Climbing, Trekking, Ski Touring. Ada Ofset, 229pp. 50 TL

Kütüphaneme yeni bir rehber kitap ekledim. Hem de Aladağlara dair! Her geçen gün artan rehber kitapları görmek beni çok mutlu ediyor. Hele, kaliteleri git gide artan spor tırmanış rehber kitaplarını…
Yazının devamı için tıklayın

Merak, keşif ve Türk dağcılığı

Geçenlerde tirmanis.org’u didiklerken H. Aydıngün’ün “Modası geçen dağcılık” adlı yazısına rastladım (link). Aydıngün, yazısında dağcılığın 1) hedeflerinin küçük bir elit tarafından algılanıp değerlendirilecek bir hale geldiği, 2) dağlara ulaşmanın geçmiştekinden daha kolay olması yüzünden cazibesini yitirdiği, hatta sıradanlaştığı, hizmet olarak satın alınabilir hale geldiği, ve 3) diğer spor dallarının sağlayabileceği maddi doyumu veremeyeceği gerekçeleriyle hem dünyada hem de Türkiye’de demode olduğunu tartışıyor, bu koşullarda Türk dağcılığını nasıl konumlandıracağımızı soruyor. Aydıngün’ün sunduğu gerekçelere kısmen katılmakla beraber, meselenin kökeninde daha önemli bir eksikliğin olduğunu düşünüyorum.

Devamı arka sayfada