Kapadokya; güneyde Toroslar’ın sınırladığı, kuzeyde Karadeniz dolaylarına kadar uzanan, batıda Lykaonia’nın tuz ovaları ile doğuda kuzey Fırat havzasının sınırladığı orta Anadolu’nun kalbi… Anadolu’nun ateş toprakları da diyebilir miyiz? Öyle ya, 10 bin yıl önce fırtına tanrısının tahtı Argaeus ile dünyanın en eski kentlerinden Çatalhöyük halkının dehşet içinde patlayışına tanıklık ettikleri Hasan Dağı’nı düşünürsek… Patlamaların püskürttüğü sıcak gazlar, iri taşlar ve toz kütleleri yeryüzünü kat kat örtüyordu milyonlarca yıldan beri. Fakat fırtına tanrısı buna izin verir mi! Yağmur, kar, rüzgâr ile ince ince aşındırıyordu yüzeyi. Hele kolayca aşınan volkanik tüf daha sağlam soğumuş lav altında kalınca, Argaeus tüm hışmını ona yöneltti ve peri bacaları peyda oldu birden. İşte bu bitmek bilmez mücadele, karşımıza bu sürreel coğrafyayı çıkardı. Bütün bu anlattıklarım benim için macera demek; büyülü bir mekân demek. O mekânın kapılarını açan şey ise yolculuk. Hatta bunun en saf hali, yani yola ayaklarımla temas etmek. Geriye tek bir karar kalıyor: hangi hızla?
Toros Dağları’nın en müstesna yeri benim için Aladağlar’dır. Neredeyse Alpler’in panoramalarıyla boy ölçüşebilir, şekillerinin cüreti ve kayalık zirvelerin yüksekliğiyle. Aladağlar, Türk dağcılığının merkezidir. Dağcılığı benim kimliğimin bir parçası yapan bu mekânın, aynı zamanda patika koşularına adım atmamı sağlayan yer olacağını nereden bilebilirdim ki! Geçtiğimiz ağustos ayında koşulan Raidlight Aladağlar Sky Trail’e kaydımı yaptırdıktan sonra, pek vakit kaybetmeden, The North Face Kapadokya Ultra Trail etkinliğine de yazdırdım adımı. Ben bir dağ tutkunuyum; dağ delisi de denebilir, çok sayıda deliden bir tanesi işte. Koşuyu genellikle dağcılık faaliyetlerim için antrenman odaklı yaparım. Yapardım. Oysa şimdi önümde ardına kadar açılmış başka bir kapı duruyor.
Her sabah daha fazla peri bacası oluşuyor. Ve var olanlar daha da yükseliyor. Bazıları ise yitip gidiyor sağanak yağmurun etkisiyle. Kah zamanın testine yenik düşmüş gövdeleri dökülüyor, kah altlarından doğal yollarla açılmış tüneller çöküyor. Kapadokya yarışıKoşu, bu dramatik peyzajı duyumsamak için harikulade bir fırsat; oldu. Aancak aynı romantizmi, benimle birlikte başlangıç çizgisinde bekleyen yüzlerce koşucuyla koşucunun paylaştığımı ifade edebileceğini hiç zannetmiyorum. Hava karanlıktı,, Tevfik Fikret’in Yağmur şiirinde betimlediği gibi “küçükbüyük, muttarid, ve muhteriz cesur darbeler” halinde yağmur yağıyordu; gıcıkrahatsız edici ve soğuk… Bir anons duyuldu, tam ne dediğini hatırlamıyorum ama şu minvalde bir şeyler: “Zaten önümüzdeki saatler boyunca rezil olacaksınız, birkaç dakika fazla ıslanmışsınız, n’olacak!” Yani… Söylemesi kolay.
Her yer çamur olacak, mahvolacağız gibi bir korkum yoktu açıkçası. Koşarken küçük engellerden kaçmanın, büyük enerji kaybına sebep olacağı gibi safsata bir fikirle avutuyordum kendimi. Neden sonra anlayacaktım ki, bu durum ayaklarıma kuru bir çift temiz çorap giydikten sonra bile, hafızamda kaybedecek bir şeyim olmayacağı hissini canlı tutacaktı. Halimden o kadar memnundum ki. Bir kere mutluydum. Büyüleyici bir yerdi burası. Kapadokya dendiğinde aklınıza ne gelir? Yukarıdaki balonlardan peri bacalarının görüntüsü, değil mi? Aslında coğrafyaya “hâkim” olmak gibi, insanı doğanın üzerinde konumlandıran, tüketici bir reklam spotu aklıma kazınmış olan. Ancak bu koşu başka, bir kere perspektif farklı: müşahidin gözlerinde. Yukarıdan değil, içeriden. Toprak ve çamurda; perilerle aynı satıhta; elma, iğde, alıç ve üvez ağaçlarının, kuşburnu çalılarının arasında; üzüm sırıklarının berisinde. Sıcak, güven verici ve yoğun. Koşarak tanıklık ettiğim tüm bu görsel ve işitsel uyaranlar, yağmur sonrasının iğde ve toprak kokularıyla etkisini güçlendirirken, beni daha çok koşmak için ittiriyordu. Bazen tünellerden geçiyordu rota, bazen tahta köprülerden ve toprakta kazılmış merdivenlerden. Bütün bunların yanında beni çok mutlu eden başka şeyler de vardı. Benim Patika patika koşusu deneyimim oldukça kısıtlıdır ama tahminim o ki, bu koşuyu özel yapan elementlerden birisi de, çeşitli engellerden oluşan bir parkur olması. Mesela dar bir vadi geçişi ve dimdik, elleri de kullanmayı gereken inişler. Yarışa katılan bir arkadaşımın gözleri dolmuş tüm bu deneyim karşısında. Meğer bunun bir duygu durumunun bir de adı varmış: “runner’s high”. Devamlı fiziksel aktivitenin sporcuda yarattığı coşku, derin bir mutluluk ve haz içinde olma halini betimleyen nörobiyolojik etkinin adı. Şaşırmadım, bana da Aladağlar’da olmuştu çünkü.
30K kategorisine yazılmıştım, çünkü diğer ultra alternatifleri olan 60K ve 110K’yı gözüm yemedi. (Gerçi 30K kategorisi de 36 km uzunluğunda çıktı ya, haydi neyse.) İyi ki böyle yapmışım; 30’uncu kilometrede sağ dizimde başlayan ağrı yüzünden, gayet mutlu biçimde sürdürdüğüm tempoyu, geriye kalan 6 kilometre boyunca iyice düşürmek zorunda kaldım. Kendime kabaca beş saat olarak koyduğum hedefi ise 10 dakika geçtim. Ama bu üzüleceğim bir sonuç değil. Yarışta birlikte yol aldığım koşucuların eğlenceli sohbetleri ve halleri, koşudan aldığım tadı epey artırdı. Ah bu arada, yarışa başladıktan yaklaşık 1,5 saat sonra yağmur dinmişti.
Herakleitos, “Aynı derede iki kez yıkanamazsın” demiş, çünkü “ne sen aynı kalmışsındır, ne de dere”. Ürgüp’te başlayıp, İbrahimpaşa ve Göreme’ye uğrayan rotanın sonunda tekrar Ürgüp’e döndüğümde, ne ben aynı kişiydim, ne de rota aynı rota. İşte böyle sevgili okuyucu. Bu değişim ve aynı rotanın sunacağı farklı tecrübelerin ihtimalidir, seneye de bu organizasyona katılmamı sağlayacak olan. Tüm bunları mümkün kılan Argaeuslara (yani Hasan ve Erciyes dağları), Argaeus ekibine, organizasyonu üstlenen Serkan ve Sertan Girgin kardeşlere kocaman bir teşekkür. Dağlarda görüşmek dileğiyle.
- Runner’s World TR, Kış 2016 sayısı koşu günlüğü kısmında çıkan yazım. Runner’s World editörüne paylaşım izni için teşekkürlerimle…