Blogu eskiden takip edenler biliyordur, ben eskiden Hollanda’da yaşıyordum. Hollanda’da yaşamanın en güzel tarafı benim için bisiklet kültürünün bir parçası olmaktı. Gerçi yurt dışı tecrübesinin olumsuz yanları ağır basmaya başlayınca farklı bir perspektiften de hikayeleştirilecek bir şey bu, mesela şu yazımda yazdıklarıma bir göz atabilirsiniz. Küçüklüğümden beri bisiklet benim için çok özel bir araç olmuştu, çünkü açık alanda yaptığım, kendi başıma hayallerimdekinden kat be kat uzaklara, büyük maceralara açılabileceğim, mutlu hissettiğim, oyunlaştırdığım, eğlenceli bir deneyimdi. Birçoğunuz için de herhalde öyledir. Bütün bunlardan dolayı çok özeldir. Aranızda kime sorsam bisilete binmeyi öğrendiği günü epey teferruatlı biçimde hatırlayacaktır.
Neyse, konuya döneyim, Hollanda’da temel ulaşım aracım bisikletti. Her yere bisikletle giderdim. Zaten herkes de öyle yapardı. Hayat, bisikletle birbirine bağlanan olaylar zinciri gibiydi sanki. Arada, zincir falan atardı, ama sonra tabi ki o zincirin baklasını değiştirmek de bireyin kendi sorumluluğundaydı. Türkiye’ye 2012 yılında geri döndüğüm zaman hayatımdan bisikletin çıkması beni epey etkilemişti. O zamandan beridir tekrar o hayat biçimini kısmen de olsa kurgulamayı düşünüyordum.
İstanbul’da bisiklet için ayrılmamış bir ulaşım sisteminde, ister istemez sisteme entegre olmak için bisikleti toplu taşıma sistemine dahil etmek gerekecekti. Keza, Türkiye içerisinde bisiklet ile tur yapmak istesem bu sefer otobüslere ya da trenlere bisikleti yüklemek ve bisikletin en az hasarla bu yolculukları çıkartabilmesi için önlem almak gerekecekti. Bu yüzden geçen Mayıs ayında kendime bir katlanır bisiklet aldım. Tabii alana kadar birkaç ay araştırma yaparak geçirdim. Sonunda Tern Link B7 modelini tercih ettim. İlk yolculuğu da Eskişehir’den Karakayalar’a yaptım. Bu faaliyetin ve haliyle katlanır bisikletle ~ 150 km yol yapmanın yazısına bu linkten ulaşabilirsiniz.
Ama benim hedefim esasında evimden iş yerine bisikletle gidebilmekti. Artık Rasathane’de değil Levent’te çalıştığım için yol daha büyük bir problemdi. Yani, koşarak işe gidip geldiğimde de problemdi tabii ki, o ayrı. Mesela bir keresinde yine koşarak dönerken işten eve, tabii ki giymişim siyah yarım taytımı, Üsküdar merkeze vardım ki ne göreyim, trafik felç. Tüm yayalar araba, her yönden her yöne. Uzunları açmışlar, göz kamaştıran yayalar. Koşmak mümkün değil, üzerine üzerine geliyor millet. Biraz daha devam ettim sahilden, Marmaray’ın çimeninden geçip çıkayım diye Doğancılar’a. Fakat tempo fena bozuldu, dur-kalktan. Başladım yürümeye. Üstümde bir sweat-shirt. Saçım ıslak. Taktım inka beresini de, zaten yeni düzelmiştim. Yavaş yavaş ve derin soluyarak yürümeye başladım.
Tabii varlığımla trafiği daha fena felç ettim herhalde. Gürültülü gürültülü konuşarak geçenler yanıma vardıklarında susup birbirlerini dürtüyorlar. Kızlı erkekli gruplar, ancak geçince kahkahayı basabiliyorlar. Neyse ki sırt çantam bir taraflarımı örtüyor. İnsan şöyle uygun kıyafetlerle bir türlü spor yapamıyor şehirde. Ne de komik. Ben epey eğlendim. Benzer şeyler başıma Niğde’de ve Rize’de de gelmişti. O sefer beni öldürmedikleri için Üsküdar esnafına müteşekkir hissetmiştim.

Rotanın Avrupa yakasında kalan kısmı (sol üst panel) ve bu rotanın irtifa profili (alt profil). Sağ kısımda rotanın uzunluğu ile toplam kazanılan yükseklik ve inilen yokuş bilgisi mevcut (cycleroute.org). Buna evimden iskeleye olan 2 km’yi eklemek gerekiyor. Böylece yaklaşık 9 km yol ve 8 dakikalık bir deniz yolculuğu (aşağıdaki süreye o da dahil) ile eğlenceli bir sabah antremanı yapmış oluyoruz…
İki hafta önce bisikletle gideyim dedim iş yerine. 39 dakika ve 50 saniyede vardım. Toplu taşıma ile kapıdan kapıya 40 dakikadan fazla süren bir yoldan bahsediyorum. Hem harika bir histi hem de dehşet verici bir tecrübe. Çünkü Barbaros bulvarını bitirdikten sonra pedalladığım Zincirlikuyu – Levent arası son derece tehlikeli bir yoldu. O yüzden akşamında daha güvenli ve az trafikli bir dönüş yolu keşfetmeye çalışayım istemiştim. Bunun sonucunda hayatımda yaptığım en rezil bisiklet yolculuğunu gerçekleştirmiş oldum. Bir kere deniz seviyesine varmak için yokuş inmem gerekiyordu değil mi? Oysa… Sonra o çıkılan yokuşların bisikletle inemeyeceğim kadar dik hale dönüşmesi… Bir de yolların iyice daralması… havanın kararması… Eve 1saat 20 dakikada varmak… Tabii ki büyük hayal kırıklığıydı! Ama yılmamak gerekiyor. Başka bir yol bulmak için çabalamaya karar verdim. En sonunda yukarıdaki rotayı kullandım. Hem de bu sabah.
Rota Beşiktaş’tan Ortaköy’e oradan geniş bir emniyet şeridine sahip Portakal Yokuşunu takip ediyor. Yokuşun bitiminde TRT’yi geçip Adnan Saygun Caddesinden Akmerkez’e varıyor. Sonra da Levent’e çıkıyor. Oldukça güvenli bir yol. Ama Barbaros Bulvarına kıyasla hem yokuşun daha dik olduğu pasajlar var (ortalamada daha dik olmasa bile) hem de yokuş daha uzun (doğal olarak). Fakat yokuşu tırmanırkenki manzara bir harika. Hızlı bitirmek için durup fotoğraf çekmedim, belki başka bir zaman koyarım Facebook’a. Bu seferki süre 8 dakika daha uzun sürdü geçen haftaya kıyasla. Çünkü hem Beşiktaş – Ortaköy arası mesafeyi fazladan gitmek gerekiyordu hem de yokuş biraz daha uzun sürmüştü. Ama sele üzerindeyken hiçbir an öleceğimden korkmadım bu sefer 🙂
Böylece bol terlemiş ama çok mutlu bir şekilde iş yerime zamanında vardım. Hem de antreman rutinimi çeşitlendirecek bir rotayı envanterime eklemiş oldum.
Yukarıda katlanmış bisikletim ve çalışma köşemi görebilirsiniz. Aksesuar olarak da çok şık duruyor değil mi! Bu arada dağdelisinin konularından birisi de bisiklet oldu diyebiliriz. Çünkü geçen sene istanbul’dan İzmir’e yaptığım yolculuğu da burada yayınlamıştım. Bu kadar tutkuyla yaptığım bisikleti de bu blogun kategorilerine düzenli paylaşımlarla katmak isterim. Belki de bir şekilde bunu okuyanlar şehirde de bisikletli ulaşımın gitgide arttığı şu yıllarda biraz daha cesaret alabilirler.
Bir dahaki sefere bisikletle bir dağlık alandan seslenmek üzere
Welcome to Kaos and Welcome to İstanbul diyerek başlamak geçti içimden sözlerime…:)
Memleket profilini aslında inceden çizmişsin…Bisiklet kültürüne uzaklık, spor yapanlara yada yaptığı spora uygun kıyafet giyenlere maskeli baloya gidiyor tavrında davranış..Hatta tek yada yalnızken bir fikir dahil beyan etmeyen yada hiç bir şeye dikkat çekmeyen bireylerin niye ise !!! bir arada iken algılarının diğerlerinin algılarına faydalı olacak şekilde açılması…!!!!
Diğer önemli yada benim zihnimde canlanarak düşündüğüm nokta ise bizim memlekette yapacağın bir şeyi yaparken ne ne derece mücadele verdiğin yada “direndiğin”dir…Herhangi basit olabilecek bir uğraş hobi vs bir durum için ne denli çile ve zahmet çekmenin yada bunun kişide hangi dayanma noktalarına kadar gidebileceğinin tezahür edişi …Neyse evden işe bisikletle gitmenin dayanılmaz hafifliği diyelim biz buna…
Katlanır bisikletle ilgili tercihini de – yani neden bu markada karar kıldığını vs – belki başka yazıda detaylandırabilirsen sanırım fayda sağlayacaktır takipçilere…
Bu arada katlanır bisiklet deyince aklıma katlanır bisiklet alarak İstanbul içi sabah ulaşımını kısaltmayı düşünen ve bisikletle ( kucağında,koltuk altında vs) insanların giremediği metrobüse girmeyi planlayan bir garip geldi aklıma 🙂 o kendini biliyor…
son olarak zihnimde başka bir çağırışımı pinokyo bisikletler oldu…tabi bilenler bilir..vay be çığır açan bir şeydi sanırım…
bmx…..:)
selam sevgiler
Murat
Portakal yokuşu aynı zamanda Beşiktaş civarından İTÜ’nün Maslak Kampüsüne ulaşmak için de güzel bir rota(sahilden gitmek istemiyorsanız eğer). Akmerkeze’e vardıktan sonra Etiler tarafına sapıp biraz ileriden Tepecik yoluna sapmak gerekiyor. Oradan Armutlu’ya varıp İTÜ’nün etiler kapısına varabilirsiniz.
Ali denememişsen eğer, Dünya Göz’ün oraya çıkan Bebek Yokuşunuda denemeni öneririm. Yokuş biraz daha dik ama keyifli. Güzel bir varyasyon olabilir.
Sevgiler,
Furkan, önerilerin için çok teşekkürler. Bazı sabahlar öyle de geleyim bari.