Bu yaz yaptığım bisiklet yolculuğu ve birkaç fotoğrafını da buraya koymak istedim. Evet, dağdelisi’nin temasıyla uyumlu bir paylaşım değil bu. Fakat, arada bir Ganos dağını geçtim. Sayılabilir değil mi? Benzer bir yolculuk için hazırlık yapmak isteyenler için…
1. Gün: 31 Ağustos 2014
İlk durağım olan Kumbağ’dayım…
Bugün saat 12:00da Güzelce’den ayrıldıktan sonra 112 km yolculuk yaptım. Öğretmenevinin kapısına kadar, bir saat yemek molası ve diğer ufak aralar dahil 7s 52dk. sürdü. Güzelce – Silivri arası dışında yolun genel durumu çok iyi. Emniyet şeridi geniş (yaklaşık 2 metre) ve asfalt. Çok ender olarak emniyet şeridi olmayan kesimlerde yolculuk yaptım. Bu ilk etapta çok kötü rampalar yoktu. Sadece bir kez ayakta rampa çıkmak zorunda kaldım.
Kumbağ, bugünkü güzergahımdaki yerlerle karşılaştırıldığında en sevimli olanı herhalde. Öğretmenevinde geceliyorum. Odam denizin tam üzerinde, dalgaların sesiyle güzel bir uyku çekerim artık. Oda temiz, sıcak su, havlu, buzdolabı, bir sürü elektrik prizi, tv, klima ve iki yatağım var. Ah tabii ki Wi-fi ve kahvaltı da dahil. Boğaziçi mensubu olmamın sağladığı bu ayrıcalık için üniversiteme teşekkür ederim
Başıma çok hoş bir şey geldi. Tekirdağ’a yaklaşırken bir benzinlikte durdum, su ve tatlı birşey almak için. Iki oğlan geldiler yanıma, 9 – 10 yaşındalar ve ikisinin de bisikleti var. Merakla beni inceledikten sonra bir sürü soru sormaya başladılar.
-“Nereden geliyorsun?”
-“Güzelce’den, Silivri’den sonra.”
-“Nereye gidiyorsun?”
-“İzmir”.
-“Hiçbir fikrim yok”, diyor ufak olan.
-“Önce Tekirdağ, sonra Çanakkale”, diyorum.
-“Kaç günde gideceksin?”
-“4 – 5 gün sürer.”
-“Bisikletin kaç para?”
-“Seninkinden biraz daha pahalı.”
-“Hmm, ben bt-win alıcam, arkadaşımda gördüm çok güzel”, diyor.
-“Seninkisi de güzel ama.”
Çok kibarlar, çok da düşünceliler. Sen yorgunsundur seni sıkmayalım diyor öbürü. Yok diyorum, ne güzel konuşuyoruz işte. Biri içeri gidip bana bir küçük su veriyor. Çok tatlılar, çok. Teşekkür edip onlara haribo şekerlerimden ikram ediyorum. Sadece bir tane alıyorlar, ısrarıma rağmen. İleride atlet olucaz, sporcu olmak istiyoruz diyorlar. O sırada benzincide çalışan bir pompacı geliyor yanımıza. O ise limonata almış bana! Ne kadar hoş insanlar! 15 – 20 dakika sohbet ediyoruz hep beraber. Çocuklar biz de tura çıkmak istiyoruz, diyorlar; “ama bisiklet bozulursa tamir etmeyi bilmiyoruz”…
Kim bilir ileriden n’olacak bu iki güzel çocuklara. Yolları açık olsun.
Bir de başıma çok komik başka bir şey geldi. Bana ilk verdikleri odaya gittiğimde ilk bakışta odayı çok dağınık buldum. Yani meyve doğranmış bir tabak ve gelişigüzel konmuş bir bıçak, adım attıkça içeri doğru televizyon seyreden yaşlı bir kadınla tamamlanan bir portreye dönüştü. Kadın beni görünce bir kork sen! Bağırıyor, “çık git terbiyyessizzz, ahlaksız!”. “Ah bir yanlışlık olmuş bana da bu odayı vermişler bakın anahtar, numara da aynı”. Yok ama kadın iyice çileden çıkmış: “terbiyesiz, seni aşağılık!”. “Tamam çıkıyorum, aşağıda yanlış anahtar vermişler. Benim bir suçum yok” ama kadın tam bir deli.
Yolda şuna kani oldum, bugün bütün Tekirdağ “evleniyoruz” hasebiyle mutlu(yuz). İki kat aşağıda da bir düğün var. Ama güzel çalıyorlar şimdi.
Yarın Ganos (Işıklar) dağını aşıp, Gaziköy – Şarköy – Gelibolu ayağında pedal çevireceğim.
2. Gün: 1 Eylül 2014
Kumbağ’dan saat 10:00da çıktıktan itibaren Gelibolu’ya kadar Toplam 110 km yol geldim ve yolculuk 10s 20dk sürdü. Dolayısıyla akşam 20:20’de varmış oldum ilçe merkezine. Aslında bu otele ödeme yaptığım saat. Düne kıyasla bugün çok fazla rampa vardı. Hem Ganos dağını aşarken, hem Şarköy’den Yeniköy’e çıkarken, hem de bu Gelibolu’ya gelirken muhtelif kısımlarda. Epey yorulmuş hissediyorum. Zaten bir ara Bolayır dolaylarında yarım saat kadar şekerleme yaptım. Onu yapmasam herhalde buraya varmam çok geçe kalırdı. Hava gayet güzeldi. Öğleden önce bulutlu ve güneşli ama sonrasında hafif parçalı bulutlu. Öğle öncesi tırmanış etabı olduğu için asfalt ve kenarında çiçekleri epey bir suladım. Sonrasında rahat bir yolculuk yaptım.
Bunun dışında yol durumu fevkalade iyiydi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hemen önce güzergahta asfalt olmayan her yer asfaltlanmış. E tabi, bizim ülkede artık her mevki, belediye ve karayolları hizmetinin bir fonksiyonu. Tüm kamu bir belediye sanki. Yolda tek sıkıntılı kısım Bolayır – Gelibolu güzergahında emniyet şeridinin bazen çok daralması. Mesela 30 santimetre falan. Bir bölümlü yolun dönüş istikametinde çalışma olduğu için kalan kısım gidiş geliş yapılmış, o yüzden dikkat. Arabalar falan yine anlayışlı, traktörler de beni kader arkadaşı gibi selamlayıp kolladıkları için onda da sorun yok. Ama ağır ve uzun araçlar 70 km hız sınırı olan yolda bunu fazlasıyla aştıkları için tehlikeliler ve belki almasalar bile beni geçerken maruz kaldığım türbülans o kadar şiddetli ki bu da çok can sıkıcı. Önden manyakça artan ses, ve geçtikleri zaman havalanan t-shirt… Sanki boynumdan çıkacak gibi.
Bugün çok fazla ara verdim. Kumbağ – Gaziköy arası manzara nefis: dağ, ormanlar, çiçekler, deniz , uzakta Marmara adası ve uyduları… Bir de tabii bir jeolojik kesit ki, anlatmak ne mümkün! O yüzden güzelim yokuşları inerken sürekli durup fotoğraf çektim, her köşe başında hayran hayran fliş istifine ve kıvrım kanatlarının eğimleriyle ilgilendim. Gaziköy aynı zamanda Kuzey Anadolu fayının Gelibolu yarımadasına girdiği yer. Bir duygulan sen! Gaziköyden sonra iğde bahçeleri, zeytinlikler, üzüm bağları, meyve bahçeleri ve onların nefis kokularıma bezenmiş bir yolculuktu. Esra’nın önerisini dinleyip Mürefte’de yedim öğlen yemeğini. Her yer hamburger, patates gibi aptalda şeyler satıyordu. Bir baktım kokoreççi ile çorbacı var yanyana, girdim bir pozisyon işkence ile tabakta kokoreç ve bol ekmek. Müthiş oldu. Bir saat vakit geçirdim orada. Hem biraz sindirelim hem de öğlen sıcağını biraz atlatayım diye. Ustayla da bayağı bir konuştuk. Benim kendime işkence ettiğimi düşünüyor, “afedersin”. Ondan mürefte’nin sorunlarını da dinledim ve bazı temaslarda bulundum. Sonra artık bir çay daha içersem Şarköy’e kadar kusabileceğimi idrak ederek yollara koyuldum.
Yarın istikamet bababurnu, assos’a çok yakın. Acaba ezine üzerinden mi gitsem yoksa sahile yakın, geyikli vesaire yolunu mu kullansam. Haritayı açıp karşılaştırmam lazım…
Yolda david Bowie’nin Space oddity şarkısı dün olduğu gibi yine acayip takıldı kafama. Susturmadım da o iç sesimi. Bir de her günün 100. Kilometresinde bir çığlık kopartıyorum. Çok büyük neşe kaynağı oluyor. Günün sonunda sıcak bir duş almak, yatağa yayılmak ve verdiğim pide siparişini beklerken yarınki güzergahıma karar vermek paha biçilmez! Tam bunu yazdığım anda da pide geldi!
3. Gün: 2 Eylül 2014
Sueño el Sur,
inmensa luna, cielo al reves,
busco el Sur,
el tiempo abierto, y su despues.
(Güneyi düşlüyorum,
Muazzam bir ay, gökyüzü tersyüz olmuş,
Güneyi arıyorum,
Açık zaman, ve ardındakini.)
…
Vuelvo al sur –
Sözler: Fernando “Pino” Solanas
Müzik: Astor Piazzolla
Geçirdiğim günün duygusunu “vuelvo”dan daha iyi hiç bir şarkı veremez: Güneye geri dönüyorum… Garp istikametinden sapıp mağribe baktığım gündür bugün. Kıyı Ege ve Marmara bölgesini avucunun içine alacak gök gürültülü sağanak yağışlar, akşam olmadan bir kez olsun kalacak bir yer bulmak için didinmek, ve tüm bunların üzerinde ve bunlardan öte iyice yavaşlamak, korkunç bir hızla yanımdan akan araba zamanının kenarında salyangoz gibi ilerlerken gerçek zamanı, benim kendi zamanımı idrak etmek… Bugün hem güzel, hem yorucu, hem de bunaltıcı bir gün. Bugün gökyüzü açık, fakat afak puslu. Bugün çok gerçek bir gün. Ne epik, ne trajik, bildiğin bir haftaiçi günü…
Sabah çok yorgun uyandım, beş dakika bile pedal çeviremeyecek kadar yorgun. Lakin biliyorum bu duyguyu, bir kez kıçın seleyi gördü mü insan unutuyor ne halde olduğunu. Tekrar hatırladığında ise artık çok geç. Tabii heyecanı besleyen o kadar çok şey var ki etrafta olan, bana olan… Mesela kaldığım yerden inerken yokuş aşağı pedal çevirmeden Lapseki feribotuna kadar yüzümü yalayan rüzgarın getirdiği deniz kokusu, liman çevresinin debdebesi ve telaşlı canlılığı, vapurun kapağının yere vurmasıyla start verecek yarışta şans eseri pol pozisyonu almış araba, kamyon ve otobüslerin gergin bekleyişi… Bir de küçük yerlerin acayip belediye anonsları: kiminin annesi hayatını kaybetmiş, şu vakit su kesintisi olacakmış. Hava açık, güneş yakıcı ve kendimi birdenbire kenarda bisikletimi sabitlerken bulmuşum geminin içinde.
Aslında güzergahım Eceabat – Çanakkale olacaktı. Ama bugün mesafeyi biraz azaltmak istedim. Yorgunluğumdan başka bir de akşama doğru yağış bekliyorum. O yüzden 10 km daha kısa süren Lapseki hattını ve Geyikli yerine Ezine güzergahını seçtim. Akşam Assos’a varmayı temenni ediyordum fakat kat ettiğim mesafe arttıkça bunun anlamsızlığına kanaat getirdim. Hem hava karardıktan sonra varacağım, hem de zaten Ayvacığa kadar sürdüğüm 103 km yol ve 1350 metre tırmanışa 350 metrelik bir tırmanış daha ekleyerek kendimi iyice yıpratacağım. Aslolan her gün isrikrarlı yol yapmak. O yüzden bugün kendime ikramiye vererek 14 km daha yol gitmedim O sürede bütün bisiklet kıyafetlerimi yıkadım ve astım, dizlerime soğuk kompres yapıp onları bir nev’i yeniledim ve güneş yanıklarımı hayretle seyrettim. Özetle bugün sürüş saatini detaylı tuttum, her molada kronometreyi durdurdum vs. Sonuç: 5s 20dk pedal bastım, 9 saatlik yolculuğumda.
Şimdi Ayvacık girişinde bir pansiyonda kalıyorum ve mekan o kadar temiz ki, bayıldım buraya! Esasen kız öğrenci yurduymuş ama yaz sezonunda pansiyon olarak işletiliyor. Sıcak su, internet, tertemiz bir oda ve türlü komfor mevcut. Tek sıkıntı merkeze uzak oluşu. Neyse ki bırada çalışan çocuk beni arabayla merkeze bıraktı, iyi bir esnaf lokantasının tam önünde. Tam bir esnaf lokantası kalıbından çıkmış. Yığma bir bina gelişi güzel sıvanmış. İçeride ya oranın sahibinin ya da bir yakınlarının büyütülmüş soluk mavi arkaplan üzerine ülkücü bıyıklı ve kazak & ceket kombinli kıyafetiyle çektirdiği fotoğrafı; kenarda tezgahta ev yemekleri arkasında bir ızgara ve pişirme mahali ve burayı masalardan ayıran kemerli kapı. Dışarıda ise demir direkler ve oluklu ondülünli bir malzemeyle lalettayin oluşturulmuş bir sundurma ve bunun altında daha çok masa. Çocuğun tavsiyesi üzerine bir paça çorbası içtim önden; ama ne çorba! Sonra iyi bir porsiyon köfte ve leziz domateslerden yapılmış çoban salata. Fakat iyi yedim! Galiba bu turun sonunda kilo almış biçimde İstanbul’a döneceğim korkarım.
Gülerek “Ayvacık içinde görülecek pek bir şey yok, her yer şantiye” diyor beni merkeze götürürken.
-“Bütün ülke bir şantiye, hem şehirler hem de yollar”, diyorum hiç beklemeden.
-“Belediye ödenek mi alamıyor?”
-“yoo, üç seferdir AKP seçiliyor burada, fakat alt yapı çalışmaları iki yıldır bitemedi”
Ömür biter altyapı bitmez. Yanlış altyapıya yatırım yapıyoruz işte. Bugünkü yolun hilafsız 25 kilometresinde asfaltlama çalışması vardı. Ki parça parça yeniliyorlar. Yol işçileri, topoğraflar, silindir operatörleri ve bunların amirlerinden anladığım onlar da bu kadar işi niye yaptıklarını bilmiyorlar. Sonra çok benzer başka bir şey, Ezine’ye yaklaşırken bir benzinlikte 70km molası verdim. Bir sandviç ve 1 lt. kayısı suyunu yuvarlarken mideye iki çocuk bana yanaştı. Birbirinden tamamen farklı görünümde iki çocuk. Biri koyu tenli, eski püskü kıyafetleri içinde çıta gibi incecik, ayaklarında kara lastik her yeri yara bere içinde, Seyit; öbürü ise sarışın ve mavi gözlü, yaşına göre tombul, güzel giyimli, Ege. Ben muslukta kendimi yıkayadurayım bunlar basınçlı havayla oyun oynuyordu. Sonra alış verişimi yapıp çardakdaki banklardan birine oturduğumda yanıma geldiler. Tahmin edebileceğiniz istikamette giden konuşmayı Ege yönetir oldu. Sürekli birşeyler alıp satmaktan ve bunların maddi karşılıklarından bahsediyor. Seyit arada bir lafa girmeye görsün, hemen bu onu kesip devam ediyor “bak sen bir sus, sonra konuşursun. Ben devam edeyim”, “Seyit bak ama olmuyor”. Ben de moderatör olup ikisinin de konuşup beni dünya hakkında bilgilendirmelerine izin verdim. Fakat tema pek değişemedi:
-“babam kendi Range Rover aldı bilmem kaç milyara, bana da Ferrari alacak 18 yaşıma geldiğimde”
-“Kaç yaşındasın?”
-“10 ama Seyit benden bir alt sınıfta. Fakat dört egzoslu Ferrari. Üçlüsü de var ama o daha ucuz. Ben çok iyi anlarım arabadan”
Ege tahmininiz üzere benzin istasyonun sahibinin çocuğu. Ege ismini severim dediğimde “benim adıma bir deniz var” diyecek denli ben merkezcil bir yavrukuş. Ama şımarık değil, hakikaten değil. Her ikisi de bana çok dikkatli gitmemi, yolların tekin olmadığını, geçen gün bir bisikletlinin daha (…) öğütlediler. İşte böyle alt yapı çok mühim. Herkes rolünü çocukken benimsiyor ve eksiksik oynuyor.
*
Dün bir bahçe duvarında sarkmış bir elma ağacından üç elma toplamıştım, Kavakköy yakınlarında. Elmalardan sonuncusunu feribotta yerken, neden yol kenarında beslenmiyorum dedim içimden, ya da dışımdan. Bilemedim, ikisi birbirine karıştı. Neyse Çanakkale’ye yaklaşırken şeftaliler görüyordum olgun. Bir tanesinde durdum, teyze günaydın dedim arkası dönük irikıyım kadına. Döndüğünde ne göreyim benden küçük bir genç kadın. Ne diyeceğimi bilemedim, günaydın dışındakileri duymamış olabileceğini ümit edip bir şeftali almak istediğimi söyledim, sulu ve yumuşak. Yolda giderken yerim. Tam da istediğim gibi bir tane seçmiş kız(!), para da istemedi. Bin şükran yola koyulduktan hemen sonra bir ısırdım ki bütün eldiven, ağız surat şeftali. Ama nasıl lezzetli. Suratımı yalamaya durayım, ellerime akıyor. Dedim amaan boşver, sanki çok temizmişim gibi. Tadına vara vara yedim. Ama 15 km boyunca karşıma ne bir çeşme ne de benzinlik çıktı. O şeftali suyu kurudu. Fakat rüzgarla burnuma sürekli güzel kokular gelmeye devam etti böylece.
*
Biraz bisikletin eksiklerinden bahsedeyim. Bir kere gidonum farklı tutuş pozisyonlarına elvermediği için bileğimi rahatsız ediyor. Aslında tur bisikletleri yarış gidonu gibi koç boynuzu şeklinde olur. Ama benimki düz. Değiştirmedim de maliyetli olur diye. Ama gerekirmiş. Bir de ya selem çok sert ya da kıçım ince. Ya da her ikisi. Bu iki eksiği de kapatırsam çok daha rahat bir yolculuk yapabilirim.
Yol, yorgunluk, macera… Birbiriyle çok alakalı. Ben pek bir maceradaymışım gibi hissedemedim hala. Beni heyecanlandıran şeyleri şevkle gözlemliyor, kederlendiren görüntülerin ardından düşüncelere dalıyorum. Taştepe’ye yaklaşırken, “neden bunun adının yoldaki diğer tepelerin adından farklı, nasıl bir taş ki bu” diye düşünürken, birdenbire bazalt ile faylı dokanak yapmış şistoz bir derinlik kayacına denk geliyor ve fotoğraf için durduğumda serpantin bloklarını, muhtemel metalavları ve yığın içine gömülü irili ufaklı blokları görüp heyecana kapılıyorum. Diğer taraftan yol kenarına kadar sürüklenmiş kuş, kirpi, kedi, köpek ve hatta yaban domuzu leşlerini görüp yola daha bir katilmiş gibi bakmaya meylediyorum. Tüm bu anlarda, anın kendisi maceranın sürekliliğinden, epik ya da trajik önyargı kalıbından kopup herşeyin merkezi oluyor. Her bir pedal deviri ya da her bir vites değişimi ise bunları birbirine bağlayan araç.
6. Gün: 5 Eylül 2014
En son Ayvacık’ta, bir tango şarkısı ile başbaşa bırakmıştım sizi değil mi? O zaman Çarşamba’ya geri döneyim. O gün için konusunda en ciddi kurum olan havadelisi uyarısını yapmıştı; uzmanlar Ege’nin kuzeyi ve Marmara’da mevzi sağanak yağış, yıldırım riskine karşı halkı uyarıyordu. İşte sabah uyanınca rezil bir bulut örtüsü göreceğim beklentisiyle (tabii ki bisiklete binmek için, yoksa bulutun her türlüsüne bayılırım) dışarı baktım. Beklediğim kadar kötüydü. Kahvaltımı bitirdiğimde yağış başladı ve beni resmen pansiyonun bir demirbaşı haline getiriverdi. Neyseki pansiyon sahibi masmavi gözlü ve sapsarı saçlı Egeli teyzeler sürekli bana çay, kahve ve moral vermeye çalıştılar. MGMnin web sayfasındaki radar sağ olsun, uzun takipler sonucunda yola çıkmak için saat 12de kendime bir “iyi hava penceresi” yakalayıp ve başıma gelebileceklerin bilinciyle Ayvacık çıkışında başladım pedal çevirmeye. Rota, Kazdağlarından aşıp tüm Edremit körfezini dönüp en sonunda Dikili’de Başer ailesinin evinde sonlanacaktı. Fakat tam olarak öyle olmadı…
Kaz dağlarını tırmanmak çok eğlenceliydi. Öyle zannettiğiniz gibi zor da değildi. Zaten dağ kütlesinin bir kenarından açılmış yol. Dağdan döne döne Küçükkuyu’ya inmek ise kelimelere dökülemeyecek kadar güzel. En büyük şanssızlık öğlen yola çıkmamdan dolayı güneşin konum bakımından iyi fotoğraf çekmeye elverişsiz olması, Bunun dışında ise hava kütlelerinin yağışlarını bitirmesi ya da ilerlemelerini beklemek zorunda kalmaktı. Mesela ben Altınoluk’ta iken Güre – Edremit tarafına yağıyordu yağmur. Eskiden okuduğum macera romanlarında kaptan ve mürettebattan sürekli fırtınaların etrafından dolaştıklarını hatırlarım. Bana çok garip ve ürkütücü gelirdi bu tasvir. Hayatımda ilk defa başıma geldi; ilk defa kah bulutların resmi geçit yapmasını seyredip, kah yanlarından geçerek rotamı pedalladım ve sadece son 15 dakikada biraz ıslandım. Güneşin batması ve benim emniyet şeridi olmayan yollarda yolculuk yapmaktan imtina etmem yüzünden telefonla Engin’i arayarak Ayvalık’ta kalmayı düşündüğümü, Dikili’ye yetişemeyeceğimi haber verdim. Engin ise kaldığım yerden beni alabileceğini, böylece akşama geç kalmayacağımızı, Doğan’ın da bize katılacağını söylemesi üzerine bu hileli anlaşmayı sevinçle karşıladım. Bisikleti Gömeç merkezdeki bir benzinliğe çektim ve işletme sahiplerinin kaçak çay masasına misafir oldum. Üç dört kişiler, Mardin’den beş sene önce gemişler. Diyorlar ki, burası bir cennet ama kıymetini bilmiyor halkı. Neden diye sordum? Etrafa bak diyorlar, şehrin girişine, evlerin tipine… Söylediği kısmen doğru. Türkiye’deki şehirlerin yol kenarları daima çok çirkin olur. Hatta şehir merkezleri de. Bu sırada Engin geldi, bir çay da ona ikram ettiler. ardından bisikleti pick-up arkasına atıp son sürat Dikili’ye geldik. Sibel sofrayı bir donatmış, aman tanrım! Uzun bir günün sonunda eski dostlarla ve genişleyen aileleriyle yenen bir akşam yemeğinin zevki, bir de büyük açılınca iyice katmerlendi. Geç saate kadar konuştuk, konuştuk… Ben yorgunluğumu iyice unutmuşum ta ki yatmak için ayağa kalkana kadar!
Kazdağlarından inerken kenarda derme çatma kulübelerde ürünlerini satan bir yerde durdum. “BuZzz” gibi karadut suyu yazıyor, bir de gözleme yapıyorlarmış. Çektim kenara, önden karadut suyu geldi. Fena derecede sıcak ve nemli bir öğleden sonra, gölgede oturup o bir bardağı görgüsüzce boşalttığımda, beş tane daha içebilirdim. Ağzımın çevresinin nasıl mor olacağı umurumda bile değildi. Ama gözleme gelince ilgim dağıldı hemen. Patatesli gözlemede ilginç bir tat ve koku vardı. Kişmişe benziyor ama değil. İçine dereotu da koymuşlar ama baskın rayiha başka bir ota ait. Nedir diye merak ederek bitirdim. Ödeme yapmak için yan tarafa geçiğimde sordum kadına, “arap saçı” dedi, “yani rezene”. Ah evet dedim, rezenenin saçları! En son kendi eliyle hazırladığı makarnalara rezene saçlarından Alessandro’nun yaptığı sosu hatırladım da, Sicilya’da yapılan “Finoccetto” sosu… Hayatımda yediğim en lezzetli makarnaydı.
Küçükkuyu – Edremit arasında yol devam ettikçe birçok yerde hava geçişlerini beklerken bu durakları karadut suyu satıcılarının olduğu yerlere denk getirdim. İkramdır, sohbettir derken zaman hızla geçivermiş. Fakat beni en çok ne şevklendiriyor biliyor musunuz? Saat ilerleyip güneş alçalınca çevreyi saran kırmızımsı tonların yarattığı manzara. Aşağı yukarı 80 – 90 . kilometrelerde böyle bir manzara ile yolculuk yapmak, işte bu günün sonunda konaklama yapacağım yete kadar beni götüren itici güç oluyor. Biraz daha fazla da duraklıyorum fotoğraf çekmek için, bu yüzden geç saate kalıyorum ama o an diyorum ki ” buralara bisikletle geldiğime değdi.” O gün özellikle beni benden alan manzara tam Altınoluk’un arkasında yeralan kanyonun üzerinde mevzi sağanak yağışı, körfezin karşı kıyısından seyretmenin tadına varmaktı. Kendimi çok şanslı hissettim. Batıda güneş batarken saçılan ışınlar tedrici olarak kırmızı ve sarı tonlarından griye geçiyor en sonunda karanlık ve hareketli bir yağmur alanında sonlanıyordu. Tam bir Ahmet Haşim anı…
Engin ertesi gün sabah beraber kahvaltı yapabilelim diye birkaç saat izin almış. Sabah erkenden kalktık ve kahvaltıya kadar bir süre İpek’le oynadık. İpek 17 aylık, Güneş’ten üç ay küçük, dünya güzeli bir bebek. Oyuncaklarıyla teker teker oynuyor, sakin ve planlı hareket ediyor, gözlemci, görece sessiz… Ona kadar sayabiliyor falan. Kız çocuk ne kadar farklı erkekten Hemen aklıma Güneş’in oyuncak sepetinin başaşağı çevirip saçılan nesneler ile birlikte çıkan sesten nasıl haz duyduğu, yürümek yerine koşmayı yeğlediği aklıma geliyor. Neyse, nefis bir kahvaltıdan sonra Engin’i İpek’in ısrarla tutma çabalarına rağmen işe uğurluyoruz. Ben de rotamı belirleyip 11e doğru yola koyuluyorum. İstikamet Foça! Aslında bir seferde basıp Dikili, Çandarlı, Aliağa, Menemen, Karşıyaka, feribot, Urla yapmayı planlamıştım ama diğer taraftan araya bir durak daha ekleyip biraz görmediğim yerleri de gezeyim istiyordum. Foça’ya daha evvel iki kez gelmiştim ama aklımda Yeni – Eski Foça arasındaki yolun manzaraları unutulmaz bir anı olarak kalmıştı. Bir de Foça’dan motorla daha önce giç gitmediğim Karaburun yarımadasına geçip Mordoğan üzerinden Urla’ya gidebilirsim… Plan kesinleşti ve hızla yola koyuldum.
Aliağa’ya kadar pek kaydadeğer birşey olmadı. Bir tek Aliağa yakınlarına kadar bunuma süreli incir kokusu gelen bir etabın sonundaki mola anında incir sattıklarını görünce bir iki tane istedim. Beyaz incir, acayip lezzetli falan, lakin bir süre sonra bağırsaklarımı normal rutinin dışına çıkartacak denli kötü niyetli imiş. Tabi ben bunu nerden bileyim! Aliağa’ya geldiğimde yol (da) fena bozuktu. Ağır kamyon ve iş makinelerinin lastiklerinin kaldırdığı, katladığı asfalt ve damperlerden uçuşan tozlar hem gidonu sabit tutmayı hem de görüşü engelliyordu. Ama asıl felaket Yeni Foça sapağından sonra baş gösterdi. Ağır sanayi fabrikalarından çıkan kamyonlar, hurda parkına birbir türlü hurda metal taşıyan kamyonlar, ağır iş makinaları, toz – toprakla örtülmüş bölünmemiş yol tam bir post-endüstriyel cehennemi andırıyordu. Mordor gibi işte. Çok gergin bir yolculk oldu bu yüzden. Yolda minicik kalıyordum, kaçacak emniyet şeridi yoktu, olsa bile durmak çok iyi bir fikir de değildi. Toz, egzoz gazları, kamyonlardan düşme ihtimali olan hurda parçaları… Biraz sabredip Yeni Foça’ya vardığımda üzerimden büyük bir yük kalkmış oldu. Buradan sonra trafik iyice azaldı ve asfalt koşulları da düzeldi. Böyle bir tura çıkacaklar için Aliağa – Y. Foça etabını kesinlikle tavsiye etmiyorum. Ha eğer Tarkovski’nin Stalker filminin tekrar yapımını üstlenmeyi düşünürseniz o zaman olabilir. Bu arada MKEnin hurda alanının yanında geçerken çok ilgimi çekti gireyim istedim. İçeride eski vagon ve konteynerler gelişigüzel fırlatılmış, ışık da bir harika. Fakat güvenlik üzülerek izin vermedi. Ancak mesai saatinde girebilirmişim.
Foça’ya kadar 22 kilometrelik yol, gün batımı manzaraları bakımından geçtiğim en hayranlık uyandırıcı yoldu diyebilirim. Havanın kararmasına çok az kalmasına rağmen durup durup seyrettim koyları, adaları, bulutları, ve sadece bisikletle geçerken görülebilecek plajları. Tam hava karardığında da eski Foça’ya giriş yaptım, tam 100. Kilometrede! Önce karnımı doyurmak için bir yer aramaya koyuldum. Tatil yerlerinin lokantalarını ğek sevmem, hepsi birbirinin aynı şeyler yapıyorlar. Tesadüf eseri dükkanının önünde ev yemeği yiyen bir esnaf görünce hemen ilişip tavsiye isteyince 20 metre ötedeki lokantayı önerdi. Çarşı lokantasının önünde durdum ve ne yemek var diye bakarken içeriden sahibi çıkıp “delikanlı yemek kalmadı, ama çorbam var!” deyince biraz yüzüm düşmüş olacak ki bir kahkaha kopartarak “ama merak etme seni doyurmadan buradan yollamayız” deyince kendime geldim. Tavuk çorbası, dalyan köfte, pilav, söğüş domates, yoğurt ve bol sarmısaklı cacıktan oluşan menü ile harika bir tabak yapmıştı Mesut abi. Abi dediğime bakmayın 70 yaşında ama çok daha genç gösteriyor. Aslen Kadıköylüymüş. İlkokulu da Paşakapısında, Salacakta okumuş. Bu tesadüfleri bisiklet yolculuğu da zenginleştirince bir güzel sohbet ettik ve yolda kaybettiğim kuvveti tamamen geri kazandım. Sanırım o zaman yola çıksam epey bir mesafe gidebilirdim. Ama yapmadım Kalacak bir yerler bulup soğuk bir bira içme hasretini dindirmeyi görev bilip, halkın meraklı bakışları arasında Foça’da gezinmeye koyuldum. Önce yıllar evvel burada kaldığım bir yere gittim, yer sormaya. Mekan hakikaten harika düzenlenmiş, içinde avlu ve etrafında odaları olan, özenli yapılmış bir pansiyon. Fakat benimle ilgilenen adam o kadar rezil bir insandı ki! Önce bisiklet yolculuğumu manyakça bir iş olarak adlandırıp (bunda birşey yok) beni aptal olduğuma inandırmaya çalıştı (bunda var), hakikaten. Sonra aşırı kendine güveniyle ipe sapa gelmez espiriler yapıp, abartılı hayret ünlemleriyle beni iyice sinirlendirdi. En son kahvaltıyı erken veremeyeceklerini (9daki motora yetişmem gerekiyor ya) ve kredi kartı kabul etmediklerini de söyleyince ben de “hadi arkadaşım, seninle uğraşamam” deyip çekip gittim işletmeden. Bir arka sokakta sevimli bir teyzenin aile pansiyonuna yerleştim heme;, rahat, sessiz ve doğal insanlar…
500 kilometre bakımımı yapıp dışarı attım kendimi. Vücudumda şaşırtıcı biçimde hiçbir ağrı ve yorgunluk yoktu. Bir yerde oturup hızlıca yorgunluk birasını içtim, sonra az ileride bir top sakızlı ve bir top cevizli dondurma alıp pansiyona kadar yavaş yavaş yürüdüm. Günlük yazayım istiyordum ama uyku bastırınca dayanamadım malesef.
Bütün bunları Foça – Karaburun – Mordoğan motorundan yazıyorum, saat 10:30. Yarım saate kalmadan yanaşmış oluruz iskeleye ve ben son 64 km yolculuğu yarımadanın doğusundan yapacağım. Tahminen öğleden sonra iki gibi halam, eniştem ve babaannemin yaşadığı Urla’ya varmış olurum. Görüşmek üzere!
Pingback: Şehirde antrenman yapmak mı? Yok ben en iyisi işe gideyim | DağDelisi
Tebrik ederim . O yola bir gun ben de çıkacağım…
Teşekkür ederim! Güzergahtan ço memnun kaldım ve tavsiye ederim!