Galiba ocağı açık unuttum, dedim. Ama emin de değilim. Otobüsün kalkmasına aşağı yukarı iki saat var. Aslında bu evime gidip gelmeye ve sonra da servisi yakalamaya yetecek kadar bir süre. Hatta bayram sebebiyle iyice sakinleşmiş İstanbul trafiğini düşününce, sevimli bile sayılabilecek bir düşünce (Hale bakın nelere sevinir olmuşuz). Toplu taşıma ile ve ağır sayılabilecek bir çantayla geldiğim anneanneme kısa bir ziyareti tamamlayıp babam ve kardeşimle gerisin geriye döndüm eve. Ocak kapalı. Nasıl olduğunu anlayamadım bir türlü. Limonlu zencefilli çay almıştım sabah çıktığım alışverişte. Paketin içinden iki tane poşeti dağ mutfağı için ayırıp gerisini kaldırırken canım bir tane içmek istemişti. O sırada ne olduysa, hatırlamıyorum, ocağı açmayı düşünürken başka bir şey mi oldu? Çamaşır makinasının bitiş sinyali mi, kedi miyavlaması mı? Yoksa alelacele çıkmam mı gerekti? Hangi açıdan bakarsam bakayım gaz mandalı sıfır konumunda duruyor, sanki asırlar boyu ellenmemiş gibi. O kadar hızlı ki sonucu görmek, insan biraz daha durup bakmak istiyor. Sonucu değiştireceğinden değil de, işte öyle…
Annem evde yemeğe bekliyor. Dağa gitmeden önce yenecek yemeğe büyük önem veririm. Bu ekseriyetle dağa gitmeden önce hiçbir zaman doğru dürüst yemek yiyemedim diye de olabilir. Muhakkak evren bir takım tesadüfleri işletmekle meşgul oluyodur o zamanlarda. Bu sefer, evimden dönerken maruz kaldığımız korkunç trafik sıkışıklığı ile bir saat süren yolculuğumuz sadece yemek planını değil, otobüs terminaline gidecek servisi yakalama ihtimalini de tehlikeye sokmaya başlamıştı zira. Biliyorsunuzdur, artık her otobüs şirketi, en olmadık yerlerden hareket ettikleri için bunların kalkış yerlerini bilmek yeni kentlinin entellektüel envanterinin bir parçası haline geldi. Dönüş trafiğinde müşteri hizmetlerini arayıp servis saatini öğrenmek için bekleme listesine konmamdan, bana sıra gelene kadar yarım saat süre geçti. Bu arada aynı şarkı onuncu kere çalıyordu arka planda. Artık ailemin evine gelmiştim. Tesadüf ya, tam içeri girince sıra bana geldi!
“Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim”
“İyi akşamlar, Ataşehir’den 21:15’de kalkacak Niğde otobüsü için Atatürk caddesindeki yazıhaneden servis kullanmak istiyorum. Acaba kaçta kalkacak”
“Sekizi yirmi geçe efendim”
“Ama saat 20 geçeyi geçti”
“O zaman kaçırdınız efendim”
Artık iyice boşalıyor sinirlerim. Servisin iki dakikalık mesafedeki yazıhaneden birkaç dakika önce kalkacağını bilsek çıkar mıydık yukarı! Annem makarna ve köfteleri bir yoğurt kabına koyup elime tutuşturuyor, aceleyle tekrar aşağı arabaya iniyoruz… İki dakika sürmüyor oraya varmak. Ancak mekan terk edilmiş. Yanda başka bir otobüs şirketinin yeri var. Derdimi anlatıyorum, o da arayıp soruyor ilgili yere. Servis daha gelmemişmiş, gelecekmişmiş. E iyi o zaman. Ayak üzere yoğurt kabından köfte ve makarnayı yemeye başlıyorum, sırtımda çantam olduğu halde. Bu sırada o diğer şirketin yazıhanesininin önündeki bankta oturan bir yolcu bahsi geçen servisin çoktan gittiğini söylüyor. Yetkili tekrar arıyor, bu tekrar gitti diyor derken servis bir anda çıkageliyor. O sırada yemeği de bitirmiş bulunuyorum. Tuvaletim de geliyor fena. Keşke yoğurt kabını …, neyse. Şoför beni azarlamaya başlıyor hemen. Bu kadar insanı bir tur dolaştırmak da neymiş efendim, saatten haberim var mıymış?
Sükunetimi koruyup bütün günahlarım için özür diliyorum. Fakat adam devam ediyor konuşmaya. Ben de sinirlenmeye başlıyorum artık. Daha dolu dolu kırkbeş dakika var, yolda zerre trafik yok, neden böbreklerime çalışıyorsun bre adam. Sonunda kendimi tutamayıp ona beni telefonda yarım saat bekletip haksız kazanç sağlayan call-center’dan girip, yolcuların servise binmelerine refakat bile etmeden yazıhaneyi kapatan görevliye, söylenmekten öte birşey yapmayıp kafa şişiren zat-ı alilerine kadar giydirip çantamdan teselli bulmaya çalışıyorum. Bereket versin ki, önde oturan yaşlıca bir adam bana hak verip diğer yolcuların da nasıl düşünmesi gerektiğini buyurunca içerisi sessizleşiyor. On dakika bile sürmeden terminale varıyoruz. Yirmi dakika içinde üç farklı mekan, üç farklı grup insan ve bir çanta…
Eğer evde çay olsaydı sabah alışverişe gitiğimde çay reyonundan geçmeyecektim; reyondan geçmesem bu özel çayı almaz, çayı almasam içmeğe özenmezdim; içmeğe özenmesem ocağı açmayı düşünmeyecek, ve daha sonra kuşkuya düşmeyecektim; kuşkuya düşmesem geri dönmeyecek ve feribot trafiğine saplanmayacaktım; trafiğe saplanmasam rahat rahat ailemle akşam yemeği yiyip sulh içinde servise binecektim. Kısacası siz siz olun evinizden çayınızı eksik etmeyin.
Otobüs tam vaktinde kalktı ve sabah müthiş bir zamanlamayla Niğde otogarına vardı. İlk servisle köy garına gittim ve sabah 7:30 Çamardı arabasını yakalayabildim. Büyük bir şaşkınlık oldu bu benim için. Daha evvel ucu ucuna kaçırmışlığım vardır bu arabayı. Arka koltuğumda yanındaki Niğdeli amcayla koyu bir sohbete girmiş genç birinin sohbetini dinliyorum. Zart diye de muhabbetin açılmasına şaşırdım aslında. Yani tamam, kıyafetler hemen turist olduğunuzu bağırıyor ama yine de bir kuluçka süresi olur “Demirgazığa mı gidiyonguz” muhabetinin açılmasına. Neyse bunlar bir saat onbeş dakikalık yolculuk esnasında bütün (tabii ki hepsi değil) vadilerin isimlerini andıktan sonra muhabbet Çukurbağ – Demirkazık sapağında bölünüverdi.
“Hani Demirkazık köyüne giriyordu”
“Valla kardeşim bu araba otuzbeş yıllık şoförlük hayatım boyunca hiç Demirkazık köyüne girmedi”
“E bize öyle dediler, o yüzden bindik”
“E öyle olmasaydı yine buna binmeyecek miydin? Başka araç yok ki”
“Ama, biz… biz şimdi n’apalım? Burada inelim mi, yoksa nereye gideceğiz?”
Çocuk ileri doğru çıkınca nasıl ilk muhabbetin de bu kadar hızlı açılabildiğini anlıyorum, meğer şort giymiş! Hava da soğuk biliyon mu… Neyse, Narpuz vadisine gireceklermiş meğer. Üç kişiler yanılmıyorsam ve yürüyüş yapmaya gelmişler. Onlar inince aracımız da devam ediyor yoluna. Salim abi beni evinin orada bekliyor. 4X4 aracıyla Sarımemetin Yurdu’na götürecek. Eskiden o kadar yolu yürüdüğümüzü düşününce çıldıracak gibi oluyorum! Kahvaltıya davet ediyor Salim abi, yenge ciğer kavurmuş bir de! İhtiyacım olan işte tam da bu. Sohbet, muhabbet derken 9:30 ayrılıyoruz evden. Elmalar artık olgunlaşmış, bahçelere kasalar yığılmış az sonra başlayacak hasatın haberini veriyor. Amasya cinsi. Niğde’de çok dar bir alanda yetişiyor: Bademdere ve Çukurbağ arasında. Çukurbağ köyünün simgesi de elma. Salim abi yiyeyim diye beş altı tane kopartmış dalından.
Elma ağaçlarının olduğu alan dışında kalan kesimler çok çorak. Hiç ağaç yok. Belki iki üç tane çeşme kenarlarında falan var. Acaba eskiden nasıldı buralar diye soruyorum. Salim abi bana 1962 yılında Demirkazık’a gelen yabancıların internetteki videolarını görüp görmediğimi soruyor. Tırmanış yapmak üzere iki arabayla yabancılar gelmiş buraya. Hillman Mountain Imp arabalarının tanıtım videosu olsa gerek diyorum. Gerçekten de o videodan bahsediyormuş. Diyor ki, videoyu izlerken bir de ne görelim babam da kayıtlarda. Elli iki yıl öncesinden kalma kayıtlar birden bire belirince internetten biz bile ne kadar etkilenmiştik, duygulanmıştık. Bu video çekimini internete taşıyan ise ekspediyondaki Glaskowlu dağcılardan birinin oğlu.
Kayalık kapıdan geçince Sarımemetlerin büyülü dünyasına girdiğim hissini hep aynı heyecanla yaşıyorum. İnsan kendini evinde hissediyor resmen. Etraf çok sakin, sağ tarafta bir çadır, solda ise iki – üç tane falan var sadece. Hiç oyalanmadan yola çıkayım istiyorum. Ama önce kamp alanındakilere yaklaşıp bir merhaba demek niyetindeyim. Yaklaşıp hal hatır sormama karşın pek de ilgilenmiyorlar. Dağda kim var kim yok onu öğrenmek istiyorum aslında. Onlar da bilmiyorlar. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden kendi rotamın yolunu tutuyorum. Yolum kısa sayılmaz. Onca mücadele, gerilim, hatta yukarıda bahsetmediğim bayramda buralara ulaşmak için yaptığım on farklı ulaşım planının nihayete bağlanması sanki kocaman bir tesadüf balonuymuş gibi artık. Tesadüf havadan hafif… balon uçmaya başladı bile.
İstanbul’da ikamet eden biri olarak her Aladağlar tırmanışını esasında üçe ayırmak geçiyor içimden…İlk ayağı senin de keyifle ve detayları ile anlattığın – ayrı bir macera olan – Çamardı köyüne ulaşım, kalan iki kısmı da sanırım tırmanış ve mega kente dönüş.. Hem gidiş hem de geliş düşünüldüğünde en az tırmanış, rota araştırma, malzeme, hava ve daha bir sürü değişkenin yanında hayat ve içinde bulunduğumuz koşullar itibariyle en az bunlar kadar hem önem hem de detay arz ediyor. Örneğin çıkılmış bir zirvenin dönüş yolunda eğer otobüs ile gelmişsem son Çamardı minibüsüne yetişebilme ihtimalim üzerine düşünürken otobüsün kalabalık olma yolda bozulma ihtimalleri ile beraber vaktinde İstanbul’a dönüp işe yetişebilecek miyim diye de düşünüyorum…Bunun yanında araçla gidişin en heyecanlı noktası – benim için – dönüşte araca tıkılan her şey ve hazırlıktan sonra heyecanla ve merakla araç kontağının çevrildiği andır. Bu zihnimde bir zaman tırmanış dönüşü acaba araç çalışır mı yada araç ya çalışmazsa şeklinde dönüverir. En hayali ve karamsar düşünce ise arabanın anahtarını kaybetmektir ve tırmanış arkadaşlarıma “bakın arkadaşlar bu, bu arabanın anahtarı ve şu gördüğünüz fermuarlı cebin tam içinde olacak, bilginiz olsun”…Genelde çoğu zaman umursamaz ve önemsizce “tamam” diyen ve sonra hızlıca çanta hazırlık işlerine devam eden arkadaşlar olur…Araçla dönerken uzun ve yorucu faaliyet sonrası aracın yanına geldiğinde “eee bu arabayı İstanbul’a kim ve nasıl götürecek şimdi, otobüsle gelseydik dönüş yolunda ne uyunurdu be” şeklinde içimden yorgun ve bezgince geçirdiğim olmuştur…onu desteklemeyen ve zihnimin kendine gelmesini sağlayan bir diğer düşünce Çamardı merkezde yenen pidedir ki başlı başına bir tırmanışın dönüş ayağı için en önemli adımlardan biri sayılabilir bence… 🙂
Neyse…konu daha bir sürü yere uğrar gider her bir Aladağlar yolcuğu kendi hikayesini ve macerasını çizer sanırım….
Kalemine sağlık, ikinci kısmının yazının merakla bekliyor olacağım… Bu arada senin haberini aldım şehirde karşılaşmış lığımız ve sohbetimiz vardı, herhalde vakit dağda karşılaşmak içinde gelmiş ” hangi sektöre geçiyor acaba” diye düşündüm ve kulağım ara ara Sarı Mehmet’e gelen araçlarda idi. Ancak bir şekilde “tesadüf” etmedik ve sanırım teğet geçtik birbirimizi diyelim….
Tam da bahsettiğin gibi Murat, Aladağlar düzenli dağcılık yapmak için o kadar uzak ve bu mesafenin dikte ettiği ölçüde planlaması teferruatlı ki! Kaç tane araç değiştiriyorsun, kaç aşamada dağa yaklaşıyorsun, hepsi ayrı zorluk. O yüzden Ankara’da oturmaya özendiğim oluyor (çok nadir olarak :D).
Bu akşam Kadıköy’de tırmanıcam azıcık. Kol ve bacaklarımı gerdirmek istiyorum, çünkü dönüş yolunda bacaklarımı uzatacak yerim yoktu 🙂 Gelirsen konuşuruz.
a-
Her dönüş sonrası “zahmet-keyif-kazanım” değerlendirmesini insan içinde ister istemez yapıyor ancak ilginçtir ki en kısa sürede tüm katlanılan mesafe ve belirtilen zorluklar silinerek tekrar gitmek için bir yol bulunuyor ve insanın kanına ılık ılık Aladağlar zerk oluyor…
Bu akşam maalesef zor gözüküyor ancak başka bir akşam haberleşip paylaşım ve artı tırmanış yapmak çok isterim…Çok teşekkürler…