Ben çok küçükken Dünyanın içinde yaşadığımızı zannederdim. Ev dediğimiz şey kapalı ve korunaklı bir mekandır ya, o yüzden Dünya’nın üstü açık bir yuva olabileceğini düşünememişim nedense. Belki bunda Rize’nin coğrafyasının da etkisi vardır: Karadeniz’in engin sularının, daima bulutlarla kaplı gökyüzü ile alçak bir ufuk çizgisi boyunca kucaklaştığı, ve denizi bulutların gölgesi ile siyaha boyandığı bir yer. Sanki bir şeyin ‘içinde yaşıyormuşuz’ gibi hissetmemi sağlamış olabilir. Neyse, ben dünyanın içinde yaşayadurayım, bütün hayallerimi baştan kurmama neden olan bir takım olaylar meydana geldi, takriben 1986 yılında.
Annem bana daha çok küçükken okuma yazma öğretmişti. Her iki ‘Ev’in de camlarının buğu ile kaplı olduğu bir gün, parmaklarımla “23 Nisan” yazmışım cama -fakat günlerden 23 Nisan değilmiş. O günden sonra annem ve babam hediye olarak hep kitap almışlardır. Bir de doğum günlerimde LEGO. İlk aldıkları dört kitabı da, hangi yayın evlerinden çıktıkları bilgisine kadar hatırlıyorum. Altın çocuk kitaplarından “Kimsesiz Çocuk”, “Polyanna” ve “Denizler altında 20,000 fersah”; Serhat Yayınlarından “Dünyanın Merkezine Seyahat”. Altın kitaplar beyaz sert kapaklı olup, kapak üzerine renkli baskı resimli gömlek giydirilerek satılırdı. Serhat yayınlarında ise bu yoktu, düz ince kartona basarlardı kapağı. Fakat Serhat yayınlarının arka kapağında çocuk kitapları dizisinin elliye yakın diğer eserler listesi olurdu. Şimdilik bu teferruatları geçelim… Dünyanın Merkezine Seyahat’i okuduğumda şaşkına dönmüştüm. Hikayeyi hepiniz biliyorsunuzdur, Profesör Lidenbrock, Axel ve rehberleri Hans, dünyanın içinde “de” araştırma yapmak için İzlanda’daki bir volkandan tüneller sistemine girerler ve onları dinozorlar, acayip mağaralar, eğrelti ormanları vesaireden oluşan tarih öncesi bir dünya karşılar. En sonunda tekrar Stromboli’den gün yüzüne çıkarlar.
1986 yılı Ocak ayının sonunda çok sıra dışı bir olay olmuştu. Uzay mekiği Challenger tüm dünyanın gözü önünde canlı yayında infilak etmişti. İlk LEGOlarımın ufak uzay gemileri olduğundan bahsetmiş miydim? Evet hikayeye geri dönersek, 1985 yılı sonunda Mehmet Ali Birand, 32. Gün programına başlamıştı. 1986 Şubat programında ise Challenger patlaması, biri kadın olmak üzere yedi astronotun görüntüleri, sürekli gözümüzün önündeydi. 32. Gün kazayı ardı ardına gösteriyordu. Altı yaşında bir çocuk olarak astronot olmaktan başka bir şey istemiyordum. Bu olaydan sonra, ta 1998 yılında ÖYSye girene kadar da ne olacağıma karar veremedim. Gerçi sanki ÖYSye girmeden (o zaman puanınızı bilmeden seçim yapıyordunuz) bölüm seçimi yaparken nasıl doğru karar vermeyi bekleyebilirmişim ki… Challenger kazasından iki şey öğrendim: roket gibi ateşli şeyler çok tehlikelidir (bu ve bir sürü başka sebepten dolayı hala bir ehliyetim yok) ve daha da önemlisi, uzay aracı dünyayı terk ederken katı bir şeyi delerek çıkmıyor! Biz gerçekten Dünyanın üzerinde yaşıyoruz! Tabii uzaya ilgim azalmadı, ama yeryüzüne ilgimiz arttığına eminim.
Rize merkez ilçesinde sahil yolunu doldurmak için çok büyük kayalar getirip yığmışlardı. Babaannem Rize’ye bizi ziyarete geldiğinde onunla dışarı çıkardık. Yanardağcılık oynardık. Kardeşimle beraber kayadan kayaya atlayarak, kiminin tepesine çıkarak saatlerimizi dışarıda geçirdiğimizi hatırlarım. Bu kaya blokları ise çocuklar için büyük eğlence olmalıydı değil mi! Ama bizden başka hiç bir çocuğun bunlarla oynadığını da hatırlamıyorum -genelde öbür çocuklarla başka yerlere keşfe giderdik ya da bataklık kuruturduk. Zaten bir süre sonra üzerlerinden yol geçti. Fakat yolun mühendisliği yüzünden sanırım, bir keresinde çok feci bir fırtına koptuğunda birçok evle birlikte bizim de sahilde oturduğumuz evin birinci katına kadar su basmıştı. İnsanların evlerine kayıklarla gittiklerini hatırlıyorum. Deniz geri almasını çok iyi biliyordu.
Bütün bunları neden anlatıyorum peki? Küçükken doğaya baktığım zaman içimde uyanan bir sevgi yoktu. Daha ziyade merak ve belki de saygı vardı. Doğada iyi ya da kötü, güzel ya da çirkinden bahsetmek, anlamlandırmak aklımın ucundan geçmezdi. O benim çocukluğumda oyun oynayabileceğim kocaman bir bahçeydi. Hepsi bu kadar. Ailem doğaya hayranlıklarını dile getirmek konusunda o denli cömert olsa bile. Bir tarihten çok, etik ya da estetikten çok, mekan vardı. Çocukluğumu hatırladığım zaman, Brel’in söylediği gibi, yaşantımın bir mekansal bölümünü hatırladığıma kani oldum bugün. Tabii, çünkü bugün yaşadığım tepeden aşağı inerken ve arkasından boğazı geçip başka bir tepeye çıkarken insan tepeler ve denizin etkisiyle daha da derin düşüncelere dalıyor.
En sonunda astronot olamadım. Astronom da olamadım. Ama kardeşi olan disiplini seçtim. Biliyorsunuz astronomlar gökyüzüne bakarak yalan söyler. Ben ise yer yüzüne bakarak yalan söyleyen bilimi seçtim. Bir Jeolog oldum.
Meşhur Belçikalı frankofon müzisyen Jacques Brel’in “Çocukluk Coğrafi bir Mefhumdur” başlıklı röportajını buraya ekleyeyim istiyorum. Ben, Duygu ve Oğuz, Fransızca bilmediğimiz için röportajı İngilizce alt yazılarından her cümlesini tartışa tartışa Türkçeye tercümesini yapmıştık. Noel ve yılbaşına da yaklaşırken, röportajın zamanlaması da uygun olacaktır. Sizi de düşüncelere sevk etmesi dileğiyle
Röportajın linki
Muhabir: Noel’in (senin için) taşıdığı bir anlam var mı?
Brel: Bir şey ifade eder. Güzel bir Pagan kutlamasıdır. Güzel bir kutlamadır.
M. Ne demek istedin?
B. Herkes kendine ait Noel’ini icat eder. Din Noel ağacını icat etti. Biz kendimizinkini icat edebiliriz. Tüm insanlar aynı kundakta doğdular. Hepsi otuz üçünde ölecek kadar şanslı değiller. Bir tür müşterek maneviyat var. Hoş bir simgedir. Hoş bir kutlamadır. Her günün Noel olmaması çok kötü. Öyle olabilirdi.
M. Hiçbir çocukluk anısı?
B. Hayır, Noel’e dair yok. Özel bir şey yok.
M. Çocukluğa ilişkin, çok hiddetli gibi görünüyorsun. Kolay incinen fakat hiddetli
B. Çocukluk coğrafi bir kavramdır. Çocukluk içine doğduğumuz yerdir. Coğrafidir. Çocukluk yere yakın bir gökyüzüdür. Gri ve rutubetlidir. İdrak edemediğim yetişkinler vardır. Limousine’de, Brittany’de veya Paris’te başıma gelebilirdi. Coğrafi bir kavramdır, tarihselden ziyade.
M. Ne de yetişkinler seni anlıyorlardı. Seni tanımıyorlardı, şarkıda olduğu gibi[1]…
B. Ya da beni anlamıyorlardı. On iki yaşlarındayken, bunu özellikle mi yaptıklarını merak ederdim. Bu soruyu yanıtlamaya asla cesaret edemedim.
M. Çocukluk hikayelerini konu alan şarkılarında daima bir yabancı olma hissi var. Bir çocuk, her şeyden daha çok, bir yabancı gibi hissediyor.
B. O bir maceraperesttir. Kuşlar arasında göç edenler vardır, ve yapar gibi görünen. Bazısı tüm hayatı boyunca başı boş dolaşır, fakat diğer türlü belli bir yaştan önce hareket etmeğe başlamazlar. Çocuklar kusursuz birer göçebedir.Maceracı, fakat ben göçebe kelimesini tercih ediyorum. Yerleşik bir dünyada yaşarlar. Kadınların etrafına, şehirlere yerleşmiş. “Haylaz” dehşetengiz bir kelime değil midir!
Çocuk bir göçebedir ve sürünün çayır olan yere neden gitmediğini anlamaz. Neden taşlardan oluşan bir yerde inatla otlamaya çalıştığımızı. O bir göçebedir. Ona yavaş yavaş tedbirli, akıllı ve idareli olmayı öğretiriz. Kelimenin en kötü anlamında, yani parasal bakımdan değil; enerjisini biriktirmesi bakımından. Ona bir yığın tiksindirici şey öğretiriz. Umut, ama kötü bir umut: “senin için bir şeyler olacak”, ama hiçbir şey olmaz. Yaşantımda benim için olmuş tek şey bendim1.Temel olarak onlara Noel ağacının tam da tersini öğretiyoruz. Onlara bir şeyler için beklemelerini öğretiyoruz. Çok nadiren çocuklara ne göreceklerse onları yapacaklarını anlatırız. Çok enderdir, bildiğim kadarıyla.
M. Onlara ne anlatmalıyız?
B. Hiçbir şey için bekleme, yalnızca kendin için. Sanırım. Tüm insanların beklediğini görmek dehşet verici. Kızlara bileceklerini söylüyoruz “olacak… gerçek aşkı bileceksin”. Çok nadir bir şey, gerçek aşk. Yüz tane kızdan sadece üç yada dört tanesi bunu yaşamak için varlar. Aynısı oğlanlar için de geçerli. Bu ihtimaller göz önünde tutulduğunda, bir gün buluşabilmeleri o kadar zor ki. İki taraftan da üçer, bu hiç fazla değil! Hâlâ çok fazla genç erkek ve kadın beyaz atlı prensine kavuşacağı umuduyla yetiştiriliyor. Prensler cazibeli olmadığı gibi, prens dediklerimiz prens de değiller. Onları hem prens hem de cezbedici yapacak olan aşktır. Kız bunun için çalışmalı, erkek de aynı şekilde. Armağanlarını icat etmeli insan2.
M. Bunun bütün sorumlusu biz miyiz?
B. Kesinlikle
M. Bu hem güçlü ve de çaresizlikle dolu
B. Tamamen katılıyorum. Çaresizlik hüzünlü bir şey değildir. “Yaşa!”naralarıyla doldurulmuş umut ve şapkanda bir çiçek, işte bu iğrenç. Bu bir günah. Umudun en gerizekalıcası!
M. Jacques Brel’e göre umut nasıl tanımlanır?
B. Insan tanrıdır. Gün gelince anlayacaklar.
M. Sözlerinde bir iyimserlik mi var?
B. Ben gayet iyimserim. Biraz tuhaf gelebilir, ama öyleyim. İnsanoğlunun olağanüstü olduğunu düşünüyorum. Belki onlara anlatmamız lâzım. Sıkça benim bir kadın düşmanı olduğum söylenir. Kısmen gece kulüplerine hiç gitmediğim için. Fakat [bundan] kadınlar sorumlu. Onlar erkeklere tedbirli olmayı öğretiyorlar. “Hiçbir şey söyleme”, “geleceğini düşün”, sanki yapabilecekmişiz gibi. Biz sadece şu ânız. Biz yalnızca “yapabileceğini yap”, hata yapmalısın, pervasız ve çılgın ol diyen biyolojik bir hatayız. Mâlul olan bilge olmuştur. Erkek bir yerde kalmak için yaratılmamıştır. Durağan olmak muazzam bir hatadır.
Kişi kendi kendini terbiye etmelidir, şöyle diyelim, yalnızca nispeten asil bir günahı3 benimseyecek şekilde. Bu durumda, acilen ona teslim olmalısın. Anlıyor musun? Tehlikeli de olsa. Zor da olsa. Özellikle imkansızsa. Sevmek zorundasın. Bu yüzden Noel ağacı güzeldir, sevgiyle alakalıdır. Sevgiye dair olmayan hiçbir kutlama düşünemiyorum.
M. Kutlamaları seviyorsun?
B. Severim, ama o anlamda değil. Kutlamanın kendisini seviyorum. Her şey bir kutlamadır. Bir adamın kolu kutlamadır, birini tekrar bulmak… Cenaze bile bir kutlamadır. Hepimiz oradayız. Üzücü değildir, bir kutlamadır. Erkeklerin bir araya toplanmalarını severim. Yalnızca ortak bir düşmana sahip olduklarından dolayı değil, ortak bir hayalleri olduğu için. Ya rüyalarına öncelik verirsin ya da kişisel rahatına. Benim önceliğim yaşla birlikte değişebilecek hayallerimdir. Bu mümkün. Böyle olabilmesini dilerim bâzen.
M. Hayalin nedir?
B. Herşey. Onundan On beşine kadar her şey hakkında hayal kurarsın. Hayatının geri kalanında ise on ilâ on beş yaşlarının arasında kurduğun hayallerin bir kısmına ulaşmak için uğraşmalısın. On beşine geldiğinde zaten bitmiştir. Kuzeyde bu süre belki iki yıl daha uzun,güneyde ise iki yıl daha kısadır. Ardından hayallerimize erişmek için çabalarız. Hayalini kurduğumuz renkleri bulmak üzere.
M. Ya da vazgeçeriz.
B. Kimse vazgeçmez. Sadece kaçınırlar, daha sonra icabına bakacaklarını söyleyerek. Bir çok kereler insanların şöyle dediklerini duyarsın “zamanım olduğunda yapacağım.”
M. Her şarkında öne çıkan bir özellik var, sıklıkla şarkının sonuna doğru ortaya çıkıyor, çünkü görünüşe bakılırsa mutlu başlayan bir şarkı, sonunda daima bir tür şiddetle son buluyor. Bir tür öfke. Öfke şarkılarının karakterinde mi var?
B. O acı. Sırtın acıdığında/ağrıdığında “ay!” dersin. Yaşamında olan bitenden ötürü şoke olduğun zaman, kitaplar, filmler yazarsın, belki şarkılar. Brassens4diyor ki: “çığlıklarım acı içindeki bir kuşunkiler gibi.” Aynen böyle. Ben farklı biçimde ifade ediyorum çünkü o aşkın bir Gül yaprağı olduğu Güney Fransa’dan. Benim dağlara ihtiyacım var çünkü ben daha barbar bir diyardan geliyorum. Fakat aynı cins şeyler.
M. Senin öfken daha şiddetli.
B. Bu öfke değil, acı. Daima saldırı altında olduğumu hissederim. Bu acı değildir. Insanları sarsmak istediğimi söylüyorlar, ki doğru değil. Ben acı içindeyim.
M. Çığlıkların ne anlama geliyor.
B. Acı içinde olduğum. Herkes canı yandığında bağırır. Meğer ki gazete satmıyorsa. Bu aç olduğun anlamına gelir. Tüm haykırışlar acıdan kaynaklanır.
- kendi varlığımdı ↩
- Diğer tercüme seçenekleri: “biridiğerinin bugününü üretmeli”; “birbirlerinin bugününü yaratmalılar”, “Insan kendi şimdiki zamanını, bugününü üretmeli “ ↩
- Ya da “günahı benimseyecek şekilde”yerine “ayartmaya sahip olacak şekilde” ↩
- http://en.wikipedia.org/wiki/Georges_Brassens ↩
You must be logged in to post a comment.