Damdaki kemancı, kulağa tuhaf geliyor değil mi? Fakat küçük köyümüz Anatevka’da her birimiz damdaki bir kemancıdır, boynunu kırmadan hoş ve basit bir ezgi çiziktirmeye çalışan. Bu kolay değil. O kadar tehlikeli olmasına rağmen neden yukarıda durduğumuzu sorabilirsiniz? Yukarıdayız çünkü Anatevka bizim evimiz… Ve dengeyi nasıl koruduğumuza gelirsek tek kelimeyle ifade edebilirim…
Aladağlar benim için hem geçmiş hem de gelecek. Şimdi bir de bu
gün. Zaman ve mekan birbirine yapışmış, neresinden tutsam hatıranın hızıyla oralara savruluyorum. Bu çok ayrıcalıklı bir şey. Müsebbibi ise gök koşusu! Üzerinden bir hafta geçmesine rağmen etkisini hala içimde hissedebiliyorum; hala tarifsiz bir mutluluk hali hakim. Sanki oradan hiç geri dönmemiş gibiyim.
Peki neden böyle? Her geçen sene, bu adamı daha bir duygusallaştırıyor mu? Her geçen sene geçmiş lehine çalışan bir muhasebeyse, o halde çoğalan planlara ne demeli? Neden Bademdere – Çukurbağ yolunda giderken gözlerimi sola sabitlediğim zaman, ki bunu boynumu epey hırpalama pahasına yaparım, dağ silsilesinin batı cephesinde ve kuzeyli yönlere uzanan sırtlarında bivakladığım* yerleri hatırlarken bir yandan da şurada da gecelesem diyorum? Benim aklıma işte ilk Joseph Stein kitabından Broadway’e uyarlanan Damdaki kemancının açılış sözleri geliyor, yalnız iki farkla: Anatevka yerine Aladağlar, Damdaki kemancı yerine dağ delileri…
*
Dağdan döndükten sonra ilk günlerden birinde bir video seyrettim. Bir orkestra şefi farklı şeflerin tarzları hakkında eğlenceli bir konuşma yapıyordu. Bernstein’dan Karajan’a pek çok şef ve birbirinden unutulmaz klasik eserler. İzlerken boğazım düğümlendi, ağlamaklı oldum. Müziğin gücü, beni çocukluğuma götürüverdi birden: Hikmet Şimşek’in unutulmaz sunuşu ile “pazar konseri”. Hiç kaçmazdı bizim evde. O sayede orkestra ve çok sesli müziğe büyülenmiştim. Arada hepimizin boğazı düğümlenir, değil mi? Bir haksızlığa tanıklık ettiğimizde, üzüntü duyduğumuzda veya acıma, aşağılanma, merhamet, derin bir mutluluk, özgürlük gibi duygular tetiklendiğinde. İlginçtir üç günde ikinci oluyordu bu bana. Dağcılar, koşucular, gönüllüler, seyirciler, köylüler… Kocaman bir konçerto gibi.
Start verildiğinde önümdeki on saat sürecek yolculuk neler getirecekti bilmiyordum. Yılların alışkanlıkları ile başladım yürümeye. Rota Sokulupınar kamp yerinden Gelincik kayalarına döndüğünde ise arkama dönüp baktım ve yeni doğmuş güneş ışınlarının Demirkazık ile Bozkaya/Emler arasında uzanan vadi boyunca batı ufkunu yıkamasına şahit oldum. Boğazım düğümlendi. Dağda koşan yüzden fazla koşucu ve bir o kadar gönüllü de bunu görmüşler miydi? Son yıllarda dağa gittiğimde neredeyse tamamen yalnız oluyorum ya da en iyimser iki üç kişiden biri. Vadilerde ve kamp yerlerinde bir tek çadır, bir tek insan bile görmediğim faaliyetler yapıyorum. Yüzlerce kişi dağda olmak ve aynı rotayı kah yürüyüp kah koşmak tarifsiz sıradışı bir duygu.
Bir yandan mutluyum, bu dağ belki artık koşucular için de anlam taşımaya başlayacak, sahiplenilecek (Koşucular diye genellediğime bakmayın. Her birinin adı var, burada isimlerini saymaya yerim yok). Aladağlar, Türkiye dağcılığının kalbi, patika koşucuları için de kucağını açacak. Onlarca kişi “Çelikbuyduran, Direktaş, Emler”‘den bahsediyor! Hatta günlerdir bu isimlerle yatıp kalkmışlar… Aynı benim yıllardır yaptığım gibi. Her gün muhakkak Aladağlar için bir şey yapıyorum, orayı düşünüyorum… Sanki böylece aile genişliyor gibi hissediyorum.
*
Direktaş istasyonuna gelirken gözüm dağa kilitlenmiş vaziyette. Bir kararsızlık içindeyim. Yarışmak yerine birden Direktaş’a çıkasım geliyor. Bir önceki kış harikulade bir eğlenceye vesile olmuş tırmanışımızın ardından (takoz dergisinde yer alan tırmanış yazısının linki) ona o kadar yaklaşma fırsatını ancak yakalamışım. Diğer taraftan Maden boğazı ve Meydan yaylası arasındaki terra incognitonun cezbediciliği içimi gıdıklıyor. Hastahocanın yaylasına yöneliyorum epey vakit kaybettikten sonra. Yolda bir ara birisiyle konuşarak koşuyorum. Eskiden izcilik yapmış sonra koşuculuğa tutkulanmış. Kısa süre sonra gözden kayboluyor. Ardından Alper beliriyor arkamdan. Bu ne tesadüf! Son sekiz aydır birlikte hazırlanıyoruz bu yarışa. O Norveç’ten biz Türkiye’den… E-posta listemizin adı “Bugün Aladağlar için ne yaptık?” Ben söyliyeyim, bugün Aladağlar için ne yaptık listesinin kapanmasına vesile olduk. Hava son derece güzel, topoğrafya bir o kadar güzel ve tanıdık. Çiçekler de tanıdık.
MTA tepesine varana kadar epey zorlandım. Bu tepenin eskiden haritalarda bir adı yoktu. Sevgili Dursun Şimşek sayesine var. Aladağların bu güne kadar yapılmış en kapsamlı haritasını hazırlayıp dağcılık kamuoyunun hizmetine sundu. Ona ve haritanın hazırlanmasında emeği geçen başta Nedim Urcan ve diğer herkese sonsuz teşekkürler. MTA tepesinden Meydan yaylaya iniş ise yarışın benim açımdan belki de en zevkli kısmıydı.
Set üzeri az çarşak (pilav üstü az kuru der gibi) ve yatık kayalar tam benim hoşuma giden tür bir inişe izin veriyordu. Organizasyonun defaatle uyarıda bulunduğu, boşluk hissi ve teknik inişler olarak addettiği kısımlar tam da bana hitap eden bir parkur sunmuştu. Bu yamacı koşarak indim. Doğrusu epey keyiflenmiştim hem yarış mukavemet koşusu karakterinden biraz sıyrılıp yarı teknik bir hal almış, hem de ilk defa tanıştığım Siyah Aladağlar silsilesi ile Tekekalesi’nin manzaralarının tadını çıkartmıştım. Tekekalesi’ni arkamda bırakmadan geriye dönüp baktım ve boğazıma yine birşeyler oldu! Bir yıldan fazla süredir harita ve uydu görüntülerinden teşhis etmeye çalıştığım, dağcıların neredeyse hiç uğramadığı epey heybetli isimsiz duvar, Aksu tarafında giden vadinin bitiminde kendini gösteriyordu!
Pınarbaşı köyüne gelirken Alper’le tekrar buluştuk. Artık asfalta çıkmıştık ve son 5km’yi koşmaya hiç niyetimiz yoktu. Eşzamanlı bir tempoyla yürürken aklımızdan bin türlü muzurluk geçiyordu; acaba nasıl bitirsek? Ministry of Silly Walk gibi bitirelim? Yok o zaman fena kramp girebilir. O zaman “koşarak girelim?” O da zorlama olacak. En sonunda finiş çizgisinde durup el sıkıştıktan sonra tek bir adımla girelim dedik. Öyle de yaptık.
Sevgili Nurettin Özcan harika bir yorumda bulundu finishte çekilmiş fotoğrafımıza: “Bu fotograf, ortak tarihinize büyük ve güzel bir imzadır bence!” Daha güzel ifade edilemezdi.
*
Büyük bir buluşma, bir şenlikti hafta sonu yaşadıklarımız: En değer verdiğim arkadaşlarımla aynı odada kalmak (Aladağlar için yaptıkları onca güzel iş yanında, dostlukları ve şirin campingleri ile rahatımız için ellerinden gelen herşeyi sağlayan Recep ve Zeynep’e teşekkürler!), yıllardır yüz yüze tanışmak istediğim insanlarla tanışmak, tamamlamak hedefiyle gittiğim koşuyu tamamlamak… Tüm bunlara vesile olan her yönüyle kusursuz bir organizasyona imza atan ORDOS, DKSK, Girgin kardeşler ve Argeus ekibine teşekkür ediyorum. Yarışın aylar önce internette yapılan anonsunda itibaren mükemmel bir iş çıkarttılar. Bu organizasyona dair unutmayacağım bir şey varsa o da gönüllülerin yüzlerinden eksik olmayan gülümsemeleri ve cesaret veren tavırlarıydı. Türkiye’de bu kadar çok iyi insan var mıymış?! Umarım seneye de Aladağlar bir araya getirir hepimizi.
Damdaki kemancı alıntısını son kelimesi eksik; dikkat ettiniz mi? Haydi onu da siz söyleyin, ama aslına bağlı kalmaksızın. Bunca yıl bizi bu dağa, yükseklere bağlayan nedir? Ve o dengeyi nasıl sağlıyoruz?
Sevgiler!
Her organizasyondan genelde aklımda tek bir enstantane ve insan kalır.MTA Tepesi’nden sonraki teknik inişte arkamdan bir ses geçmek için izin istiyordu.Bu sesteki tını çok mutlu bir çocuk tınısıydı.Bu mutluluk benim içimi de tarifsiz bir rahatlama ile doldurdu.Yarışmayı bırakmalı ve o anın tadını çıkarmalıydım ki yarışın bundan sonra kalan kısmı benim için çok kolay geçti.Yaklaşık 5-6 km sonra seninle yanyana koşmaya başladığımızda ve seni birazcık tanıma fırsatı buldugumda bu yarıştan payıma düşen kişinin sen olduğunu anladım.Üstelik Alper gibi ortak bir tanıdığımız hatta Hikmet Şimşek gibi bir ortak yanımız daha varmış:-) Zaten Alper gibi sıradışı bir adamın arkadaşı da sıradisidır diye düşünmüştüm o gün.Ki bu yazdigin enfes rapordan belli oluyor zaten.Seninle tanışmak ve hasbelkader bir kaç km beraber koşmak harikaydı.Bu arada senden ayrıldıktan sonra Alper’i yakaladım ve nasıl bu kadar iyi koştuğunu öğrendim:-) yalçın