Yazan: Duygu Başoğlu
“Dağ” kalıcı bir yer edindiğinde yaşam çift kutuplu bir hal alıyor; dönülen bir yer var ve genelleyerek kullanılagelen adı “şehir”. Bu nüfus gibi sayısal değerlere dayalı bir şehir tanımı değil-dönülen her yer şehir olabilir-, belki Arapça karşılığının daha iyi anlatacağı türden bir yer: Medina. Medeniyet sözcüğüyle aynı kökten. Karşına çıkacakların sosyal ve fiziksel sınıfınla eşleştirilmiş, karşılığında tepkilerinin önden tanımlanmış ve öğretilmiş olduğu evcilleştirilmiş yer. İnsanın kurduğu bir medeniyetin belirlediği ölçülerde ve koşullarda yaşanan, konaklanan yerin ısısının veya yürünen yolun eğiminin hesaplandığı bir tasarı alanı. Dağa gitmek ve şehre dönmek arasında yaşanan da, yabanıl ve kendiliğinden olanla evcil ve kurgulanmış olan arasındaki çift kutupluluk.
Yalnız olmak bu ayrımı belirginleştiriyor. Yanındaki insanla iletişim biçimiyle ve birlikteliğin tetiklediği sosyal alışkanlıklarla taşınan şehir kurgusu olmadan dağ yalnızca kendisi, üzerindekinin varlığına kayıtsız ve adil. Bu şekilde yalnızlık daha yalın, şehre karşı kutbun daha özünde ve ucunda. Burada bir de not düşmeliyim belki; insanın ayrıcalıklı tür olduğu alanlardan kendini mahrum bırakmayı seçen kişi –bana kalırsa- ister istemez karşıt bir konum alıyor. Çözüm önermeyen, aramayan bir karşıtlık hali. Çoğu faaliyette (hedefin alacağı emeğin zaman kısıtına oranına bağlı olarak) tırmanılan süre dağda geçirilen sürenin küçük bir kısmıdır ya, kendi adıma pek iddialı bir şey de yapmadığımdan olsa gerek, tek başımayken dağda geçen zaman daha da durağan oluyor. Dağda yapılan, fiziksel aktiviteden çok gözünü rüyadan hallice yıldızlı bir gökyüzüne veya bivağını dövmekte olan tipiye açmak ve cansız, ama iradesi varmış gibi etkileşim içinde olduğun bir kar ve kaya yüzeyinin ortasında türünden tek canlı olmakla ilgili bir şeye dönüşüyor. Burada cinsiyetsiz ve kısıtsız bir şey olarak varsın, herşeyin kendiliğinden olduğu gibi olduğu yerde seni sınıflandıran bir şey ve ona göre tasarlanmış bir çevre olmadığı gibi hormonların birinden farklı tepkiler verdirmiyor çünkü kıyas konusu başkası yok. Dağa gitme işinden birlikte hareket etme dinamikleri çıkarılınca kalan şeyi kadın ve erkek için farklı kılan sadece dağa gidene kadarki süreç ve tek gitme kararı. Bir de DağDelisi ‘Tek başına bir kadın olarak dağa gitmekten bahset’ dediğinde öyle bir şey yok demek var.
Bugün ve buradan bakınca dağ ve şehir ikililiğini birbirini doğal olarak tamamlar halde görüyorum, karşıtıyla anlamlı olan herşey gibi birinden mahrum kalmak diğer deneyimi de eksiltir gibi geliyor. Dağ ise yakın olduğun ve misal, yanında rahatça susabildiğin biriyle veya yalnız gidilebilen bir yer, aksi taktirde -ne olsun- park olabilir, doğa parkı mesela. Tırmanış bahçesi. Güzel ancak bir ucu dengelemiyor. Geçmiş bir günün karşı kutbu olmayan bir uçta sallanır hissetmediğim bir zamanından bakıncaysa böyle bir denge meselesi yok. Aynı dağa gitmenin birçok insan için sosyal bir aktivite olabilmesi de bundan sanırım, ve tek başına gitmenin yaygınlığını belirleyen de denge aranan kırılma noktası.
Söz sende DağDelisi, kim nereye neden gidiyormuş da gitmiyormuş?
Reblogged this on alesterekop.