Festivalin dördüncü günü olan Cumartesi çok merak ettiğim üç film vardı gösterimde: “Özgür Kurtlar”, “K2: Himalayaların Sireni” ve “Shackleton’un kaptanı”. Ortalama 80 dk süren filmlerden sonra canımın çıkacağını tahmin ediyordum. Ancak Fransız Kültür’ün Taksim’de olay çıkması istihbaratını almasıyla binayı kapatmaya karar vermesi üzerine 19’daki “Shackleton’un kaptanı” filmi Salı gününe (dün) ertelenmiş oldu. İyi de olmuş, çünkü bu yapımların her biri dikkat isteyen yapımlar.
“Özgür Kurtlar” aslında bir kamera arkası belgeseli. Sibirya’da (Yakutsk) bir Ren geyiği çobanının kurtlarla girdiği yakın ilişki temasını işleyen bir Fransız, Rus ve Kanada ortak yapımı filmde, filmde oynatılacak eğitimli kurtların nasıl eğitmenleriyle kurdukları güven ilişkisi sayesinde içgüdülerini kamçıladıkları ve mükemmel bir “oyun”culuk sergilediklerine şahit oluyoruz. Tabii çekimi ve edittingi süren filmden farklı (filmin gösterimde olup olmadığını bilmiyorum) ama ona paralel olarak, esasen eğitmenleri ile kurtlar arasındaki yakın & duygusal ilişkiyi izliyoruz. Film hem kış hem de yaz aylarında geçiyor ve Sibirya’nın bu kontinentalitesi en yüksek bölgesinin tasviri zor koşulları altında gerek lojistik gerek çekim problemlerini de izleme şansımız oluyor.
Açıkçası bu filmi seyrettikten sonra kafamdaki kurt imgesi ciddi biçimde değişti. Özellikle alfa kurt Digger’ı donmuş nehirin üzerinde açtıkları delikten düşmesini sağladıkları zaman, eğitmenin büyük bir suçluluk duygusuna kapılması ve Digger’ın güvenini kazanmak için üç gece onunla yatağını paylaşması çok acayip bir seyirdi. İşte bu noktada filmin Türkçeleştirilmiş ismini eleştirmek istiyorum. Orijinal adı “Wolves unleashed” yani “tasması çözülmüş ya da zincirinden kurtulmuş kurtlar” olması gerekirken, “özgür kurtlar” ismi ehlilleştirilmemiş anlamını taşıması bakımından yanıltıcı oluyor. Sonuçta bu kurtlar bebekliklerinin ilk aylarından itibaren eğitimcileriyle iç içe yaşayan hayvanlar. Neyse, ben filmi çok beğendim ve her doğasevere tavsiye ederim.
İkinci film “K2: Himalayaların Sireni”. Bildiğiniz gibi Sirenler büyüleyici şarkılarıyla denizcileri kendilerine doğru çeken ve kayalıklara çarpmalarını sağlayan çok güzel perilerdir. Film, K2’yi femme fatale metaforuna büründürerek izleyiciyi çekmeye çalışan bir film. Öte yandan K2’nin Himalaya değil Karakorum’da oluşu, “K”sının bile oradan geliyor olması, ve filmin Abruzzi Dükü Luigi Amadeo’nun Karakorum ekspedisyonundan kalan görsel ve yazılı malzemer kullanmasına rağmen hala Himalaya diyor olmaları canımı sıktı. Neyse canımı sıkan şeylerden daha da bahsedeceğim ama bir iki paragraf sonra…
Film 1909 Abruzzi dükünün ekspedisyonunun 100. yılında K2’ye çıkmak isteyen aralarında Gerlinde Kaltenbrunner’in de olduğu bir grup dağcının öyküsünü, 100 sene öncen Vittorio Sella’nın çektiği fotoğraflar ve kısa video parçaları ve Dükün vakanüvisi Filippo de Filippi’nin günlüğünden parçalarla birlikte anlatıyor. Kaltenbrunner 2012 yılında 14×8000 lik projesini tamamlayan ikinci ve bunu oksijen desteği almadan yapan ilk kadın olarak tarihe geçmiş ve National Geographic’in “Explorer of the year” ödülünü almıştı. Tabii sadece Kaltenbrunner değil, o tarihte Britanya’nın “Yedi Zirveler” yarışını tamamlayan en genç kişi ünvanına sahip Jake Meyer ve ABDli dağcı Fabrizio Zangrilli de ekipteydi. İslamabat’tan yola çıkan ekip, Karakorum yüksekyolundan (Benim burası hakkındaki izlenimlerim için : link) Skardu’ya, oradan Askole’ye ve Baltoro buzulunun ağzına kadar olan yolculukları, arkasından Baltoro’yu takip ederek Concordia kavşağına gelmeleri ve sonra anakampa yolculukları kısmı kanımca eğlenceliydi. Bu esnada Vittorio Sella’nın eşsiz güzellikteki büyük format fotoğraflarını büyük ekranda seyrediyor olmak ise benim için eşsiz bir tecrübe oldu (Sella için linkteki yazıya bakabilirsiniz).
Ama filmin başından itibaren anlatıcının oldukça mekanik ses tonu ve vurgulaması, ki bu Filipo de Filippi’yi seslendiren adamdan farklı, tehlikeyi ön plana çıkartarak dağcıların ne de kahramanca ve delice birşey yapıyor oldukları mesajını verip duruyor. Malesef bu tehlikeye ve ölüme yapılan vurgu, her ne kadar filmin ismiyle bütünlük içinde olsa da, “düşman dağ” teması dışında insan ile dağ arasında ilişki kurma eğiliminde olan çağdaş dağ filmlerine kıyasla biraz eski kafalı bir kurgu sunuyor ve bu da beni rahatsız etmekten geri kalmıyor. Görüntüler güzel, dağ güzel, coğrafya güzel ama anlatılan oldukça basit bir hikaye. Gittik, gördük, koşullar kötü, hava berbat, arkadaşlarımız da öldü, çıkamadık, dağ bize izin vermedi. Zangrilli’nin son sözleri de filmin dağ temasını algısıyla oldukça uyumlu ve kısıtlı: “Dağcılıktan tehlikeyi alırsanız, herhangi bir spordan farkı kalmaz.”
Bu noktada, filmi bence tek seyredilebilir kılan şeyler kaliteli çekimler, astrofotografi örnekleri ve az önce de dediğim gibi 1909 yılından kalan görüntüler ve izlenimler. Dük’ün lojistik dehası kendinden sonra gelecek tüm dağcılık için bir model oluşturmuş ve ekspedisyon tipi dağcılığın temellerini atmıştır. Film malesef bu noktaya da pek bir vurguda bulunmuyor. Dük’ün ekspedisyonları hakkında bilgi edinmek isteyenler dağdelisi anasayfasındaki “Sahaf” menüsünden Ruwenzori, Karakoram ve Alaska’daki St. Elias kitaplarına ulaşabilir ve Sella’nın muhteşem fotoğraflarına bakabilir, de Filippi’den faaliyetleri büyük bir keyifle okuyabilir.
Son film olan “Shackleton’un Kaptanı”nı bir sonraki ve son yazıya saklıyorum. Çünkü beni en çok etkileyen film/belgesel bu oldu. Spoiler vereyim: Güney kutbuna varma yarışında Amundsen birinci gelince, meşhur kutup kaşifi Sir Ernest Shackleton kendine yeni bir hedef belirler. O da Antarktika’yı boydan boya geçmek. Keşif gemisi “Endurance” deniz buzuna sıkıştığında medeniyetten çok uzaklarda mahsur kalırlar. Sonunda Shackleton’un liderlik marifetleri ve kaptan Frank Worsley’in inanılmaz navigasyon yeteği ile yaklaşık 18 aylık buz esaretinden tek bir zaiyat vermeden kurtulurlar.
Pingback: Festival mevsimi | DağDelisi