İngilizcesi “Karakoram Highway” olan yol Türkçe’ye içerdiği cinası kaybederek Karakorum otoyolu olarak çeviriliyor. Bu güzergahta yolculuk ederseniz göreceksiniz ki yolun önemli bir kısmı asfalt olsa da ve buradan kamyonlar ve diğer araçlar geçse de burası bir otoyoldan çok dağlara doğru yönelmiş bir yüksek yol. Özellikle heyelanla ortadan kalkmış ya da geçici olarak stabilize edilmiş yolda büyük zaman kaybedeceksiniz. Fakat yolun neresinde olursanız olun İndus ırmağı boyunca göreceğiniz ve yükseldikçe repertuarına yüksek dağları da alan yolun sunduğu manzaralar başka bir dünyaya aittir! İnsanı alıp götüren yol hikayelerinin baş tacı olabilecek bir yol. Ümit ederim ki dünyayı seven herkes bir gün buraları görür (Yol bilgisi için eskiden yazdığım bu yazıya bakabilirsiniz).
Gilgit’e vardığımda her yerin zifiri karanlığa boğulmuş olması beni azıcık bile şaşırtmamıştı. NATCO (Northern Areas Transportation Company) tarafından işletilen Karakorum yüksekyolu otobüsüne bindiğim Rawalpindi otobüs terminali de bu kadar karanlık olabiliyordu. Neden sonra öğrenecektim ki ben varmadan önceki aylarda şii-sunni çatışmaları farklı bir boyuta evrilmiş, sokakta çapraz ateş açılır olmuş, esnaf kepenk indirip sokağa bile çıkmaz hale gelmiş. Oralı birinden öğrendiğime göre olayları tetikleyen bir şii imamın öldürülmesiymiş (ki daha önce de bir sunni imam öldürülmüş. Önceki aşamaları artık tahmin edebilirsiniz). Bunun üzerine şii cemaati her ayın bilmem kaçında kanlı eylemler yapacağını duyurmuşmuş. İşte o zamanlardan birine denk gelmiş benim oraya varmam. Karartma da işte tam bu yüzdendi. Elbette 2003-2005 arası Afganistan savaşı esnasında Taliban direnişi tekrar kuvvetlenmişti ve bölgeden çok fazla olay haberleri geliyordu. Gilgit’e giderken Pakistan ordusu otobüsü abartısız on beş kere durdurup pasaport kontrolü yapmıştı. İnsanı çok tedirgin eden bir duygu bu: birşeyler olacak, birileri ölecek ama ânı belli değil. İşte bu tedirginlik içinde tek temennim Gilgit’ten bir an evvel kurtulup Nanga Parbat’a ulaşmaktı. Büyük tezat değil mi, bir zamanlar ipek yolunun önemli bir kenti olan ve Budizmin güney Asya’dan Asya’nın içlerine yayılmasını sağlayan Gilgit şimdi ancak dağlara kaçabilmek için var olan hüzünlü bir sınır kenti.
Gilgit’e dair beni en çok etkileyen iki sahne hâlâ aklımda canlıdır: Karanlık, izbe bir dükkanın önü; Gilgit kasketi ile tamamladığı geleneksel kıyafetiyle ahşap bir taburenin üzerinde oturup çayını yudumlayan çember sakallı yaşlı bir adam ve tavandan yüzlerce iple aşağı sarkan kullanılmış yüksek irtifa dağcılığı malzemeleri. Diğer ise bir tavukçudan- Birisi tavuk eti satın almaya gelmiş ve beğendiği tavuğu işaret ediyor. Satıcı tavuğu kafesten çıkarttığı gibi kafasını kopartıyor ve derisini bir çırıpda yüzüveriyor. İşte o zaman tavukçu dükkanının önünden ana caddeye uzanan oluğun gerçekten ne işe yaradığını anlıyorum. Buralar çok sert yerler. İklim sert, insanlar sert, dağlar sert… O kadar da korkutmayayım şimdi seni okuyucu. Pazar kurulduğunda Gilgit çok güzeldir. Meselâ tezgâhlarda değişik mineraller satan insanları görürsün: Kocaman turmalinler, zümrütler ve daha nice farklı değerli ve yarı değerli taşlar. Çünkü burası Himalaya, Hindu-kuş, Karakorum ve Tanrı dağlarının düğümlendiği yerdir; Axis mundi yüksek dağlardır!
Dağcılığın Himalayaları keşfiyle birlikte erken dönem Himalaya dağcılığının iki zirveye yoğunlaştığını görüyoruz: Nanga Parbat ve Kangchenjunga. İlki Himalayaların batı diğeri ise doğu ucundaki dağ. Bu iki dağın da ortak özelliği buralara ulaşmanın diğer 8000’liklere kıyasla çok daha kolay olması. Çünkü Nanga Parbat İndus ırmağı ve vadisinin sonunda, yol boyunca antik zamanlardan beri yerleşimin olduğu bir bölgede yer alır. Kangchenjunga ise Brahmaputra nehrinin doğduğu bölgede ve Darjeeling gibi büyük bir sınır şehrine yakın. 8,126 metredeki zirvesiyle Nanga Parbat, dünyanın en yüksek dokuzuncu dağı. Anlamı, Sanskritçe “çıplak dağ”. Dağ güneybatı – kuzeydoğu uzanımlı (harita) ve iki yöne doğru da muazzam bir irtifaya sahip. Güneyinde yer alan Rupal yüzünün tabandan yaklaşık 4600 metrelik yükselimini dikkate alırsak, dünyanın en yüksek duvarı olduğunu söyleyebilirim. Kuzeyde ise bir sırt ile ayrılan Diamir ve Rakhiot yüzleri yer alıyor. Benim gittiğim Rupal (diğer adıyla Herrligkoffer) anakampına varmak için Gilgit’ten önce Astore adlı köye gitmeniz, buradan da Tareshing e giden “toplu” taşıma araçlarına binmeniz gerek. Eğer herşey yolunda giderse, ki genelde gitmiyor Gilgit Tareshing arasi 5 saat -yollar kapanıyor veya sağlık sorunları çıkabiliyor: misal benim midem bozulmuştu ve içtiğim bir litre suyun tamamını yol kenarında bir ejderhanın alevi gibi kusarken yerel halk egzotik bir hayvanı izler gibi beni izliyordu. Tareshing’den suyun geldiği yöne yürüyünce ilk olarak Rupal köyünden geçiyorsunuz. Oldukça geniş bir alana yayılmış olan bu köyde eski tarihli konserve, zeytin ve makarna dışında hemen hemen hiçbir şey satın almak mümkün degil. Bu yüzden herşeyi Gilgit’ten tedarik etmek şart.
Dağın ilk tırmanışı 3 Temmuz 1953 yılında Avusturyalı efsane dağcı Herman Buhl tarafından gerçekleştirilmişti. Tam bir hafta sonra dağın ilk çıkışının 60. yıl dönümü olacak. Buhl, “Nanga Parbat Pilgrimage” kitabında şöyle diyor:
“Artık dik duracak mecâlim kalmamıştı; artık yalnızca bir insan enkazıydım. Böylece, amansız tereddütlerle mücadele ederek yavaşça ileri doğru emekliyor, belli beliriz bir kaya çıkıntısına doğru yaklaşıyordum.”
O kaya çıkıntısının tepesine Buhl’dan sonra 286 kişi daha çıkabilme başarısını gösterdi. Ancak 1990 yılında önce %77lik ölüm oranıyla Parbat, “katil dağ” lakabını almıştı (kaynak; 1990 sonrası ölüm oranı %23e düşmüş durumda). Nanga Parbat trajedilerini bu yazıya konu etmeyeceğim, belki ileride bir gün yazarım… dağlara “katil” benzetmesi yakıştırılarak ölümlerin bilinçli bir dış faile atfedilmesinden daima büyük tiksinti duymuşumdur. Geçen gün Nanga Parbat Diamir ana kampında meydana gelen vahşet gerçek failleri ortaya çıkarttı işte: insanın ta kendisi. İçlerine üç Çinli, üç Ukraynalı, iki Slovak, bir Nepalli ve bir de Litvanyalının bulunduğu 10 kişinin hayatını kaybettiği olayın (link) haber metnine hem yabancı hem de yerli medyadan ulaşabilirsiniz (e.g. EN|TR). En son Ekim 2005, Mw7.6 Keşmir depremi sonrası haberlerde gördüğüm Gilgit, şimdi hayatını kaybeden dağcılar ve yürüyüşçülerin haberleriyle tekrar karşımda. Saldırıyı üst düzey bir militanlarının öldürülmesinin intikamı olarak Taliban üstlenmiş ve eylemlerine yabancı turistleri öldürerek devam edeceklerini açıklamışlar. Gilgit dağcılık ve trekking turizmi ile geçimi sağlayan bir bölge. Dolayısıyla bu olayların Gilgit ve kuzey batı bölgelerinin ekonomisine büyük bir darbe vuracağı açık. Olaylar esnada Nanga Parbat Diamir yüzünde tırmanışta olan Tunç Fındık, büyük bir şans eseri dağın üst kesimlerinde olduğu için canını kurtarabildi. İşte sekiz sene önce gittiğim ve eteklerinde güvenle gezebildiğim güzel bir dağ insan kıyımının faaliyet alanına giriverdi. Hayatını kaybedenlerin yakınlarına sabır diliyorum.
Nanga Parbat’tan kalan son bir hatıra: Steve House ve Vince Anderson Rupal yüzünde yeni bir rotadan yaptıkları başarılı tırmanışın dönüşündeki kutlama töreni. Bütün köy erkekleri ve çocukları ellerinde çiçeklerle Tareshing Nanga Parbat otelinin bahçesine toplanmışlardı. Köyün muhtarı İngilizce ve yerel dilde köyün imkansızlıklarını anlatan bir konuşma yapıyor ardından Amerikalıları övüp yardım istiyor (House, Baltistan Education Foundation adlı bir vakfın kurucularından ve 1999dan beri bölgeye yardım ediyor). Önce House konuşuyor ve arkasından sıra Anderson’a geliyor ve bu sırada deklanşöre basıyorum.
Pingback: Dağ Filmleri Festivali (kısım IV) | DağDelisi
ve bu sırada deklanşöre basıyorum 🙂 güzel yazı olmuş eline sağlık
Teşekkür ederim Umut.