Zamana karşı sürekli kararsız bir tutum içinde yolculuk yapmaya benzetirim kışın dağa gitmeyi: zihnin derinliklerinde kaybolmuşken, ayakkabının toz kar altında sert buza çarpmasıyla dünyaya geri gelip, dönüp baktığında arkana saatlerdir açtığın ize dalıp şaşırmak ve kararacağını bildiğin halde havanın devam etmek yürümeye. Ayak izleri her bir anı birbirine bağlarken basit bir mutlulukla gülümsemek -veya neyin peşindeysen artık- ya da saadet dolu o an için bir adım daha atmak…
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.
…
—A.H. Tanpınar

Akşamdan kalmak -hungover Kaldı dağı (3734 m) doğu yüzünde sabahlamışken tekrar tırmanışa dönme debelenmesi.
Ben neden buradayım şimdi?
Çoğunlukla sıkıntılı bir rüyaya bürünür o an hislerim, herhalde öncesinde sağlıklı giderken. Neden sonra anlarım meğer mesane infilak etmek üzereymiş. O yüzden bir an evvel işemek zorundayımdır. O kadar üşeniyorum ki! Kalçamdan bacağıma dolanan emniyet kemerini sökmem lazım. Ama daha kötüsü altımda tek parça bir içlik, gövde ve bacaklarımı koruyor, onun üzerinde ise salopet. Dikkatlice bir boşluk yaratmaya çabalıyorum. Hakikaten sıkıştım!
Güneşin doğmasını bekliyorum. Kendimizi tespit ettiğimiz bir doğu yüzünde yüzümüz batıya dönük – batıyla aramızda koca bir dağ var… Emniyet kemerimin verdiği rahatsızlık yüzünden sürekli bir o yana bir bu yana dönüyor, bir türlü uyuyamıyorum. Her halde bir iki saat ancak uyuyabilmişimdir. Geceyi aydınlatan bir ay var, ki eğer uyumayacak olsaydım ne haleti ruheye sokacaktı beni – şimdi ise açık bırakılmış koridor lambasına duyduğum öfkenin yeni biçimi. Eski bir hatıra canlanıyor gözümde. Gün boyu Marmara’da daldıktan sonra Sivriada’ya çıkmıştık, guruba karşı kadeh tokuşturmak için. Hani henüz ufka yakınken dolunay kocamandır ya, gruptan birisi manzaranın başdöndürücülüğüne dayanamayarak feryat etti: “oha!”. Bu romantik, büyüleyici ve heybetli an’a ancak böyle sıçılabilirdi. Birisi: “bu görüntüye karşı hayranlığını böyle mi ifade ediyorsun?”

Önceki gecenin adası. Gecemizi şereflendiren ay ve arkada Kaldı dağının kuzey yüzü. Sırt hattının solda bağlandığı çentik, bizim de rotamızın başladığı yer.
Hal bu ki, bir önceki gece nasıl da puslu ve karanlıktı, dolunaya rağmen. Siste ve karanlıkta tüm nesneler hep olduğundan haşmetli gelmiştir gözüme. Bunu ilk kez Mezovit çayırında sislerin arasında zaman zaman açılan bir pencereden Kaçkar dağını görmeye çalışırken anlamıştım. Optik bir ilüzyon, beynimin bana oynadığı bir oyun; bilinmeyenin yarattığı huşu ve romantikçe buna kapılarak daha da büyütmek, o’nu kendinle büyütmek… Optik ya da psikolojik, sonuçta kafamda dağın olmayan parçalarını tamamlıyordum aslında. Benzer bir duyguyu Nanga Parbat’ın devasa Rupal yüzünü görmeğe çabalarken de yaşamıştım. Dağ tamamen bulutların içinde kaybolmuştu. Bu dünyanın en yüksek duvarlarından biri ise, herhalde zirve de en yüksek bulutun arkasındadır değil mi? Sadece nesnelere değil ideolojilere, öğretilere, ve hayallere de aynısını yapmıyor muyuz? Dağ bir metafor işte. Ne kadar kalırsan içinde, o kadar nüfuz ediyor zihnime.
Dönüş gidişten daha beter. Su yok ve hava karanlık. Yol bitmek bilmiyor. Yol bir mecburiyet. Ağır ağır ve dikkatli biçimde tökezlemekten bıkmış vaziyette vadiden aşağı inerken suyun hayalini kuruyorum. Salakça bir hata yaparak kulp kısmıyla başbaşa kaldığım tencerenin mukadderatı, son anlarında çarptığı kayalıklarda gitgide tizleşen sesini dinletmekmiş meğer. Tüm teferruatlardan arındırılmış, en temel ihtiyaçlar seviyesine inmiş olan hayat, tüm ciddiyetiyle hissettiriyor kendini.
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
…
—N. Hikmet
Derin ve batak kar ilerleyişi muazzam yavaşlatıyor. Bir birini takip eden adımlara hasret kalmış biçimde yola devam etmek, insanın kalan son akli güç kırıntılarını tüketiyor. Akşampınarı vadisi hiç bu kadar uzun gelmemişti. Ki Kocadölek’ten Emli ormanına ve oradan belirgin patikaya kadar olan yok ne kadar uysal topraklarsa, burası da öyleydi. Yani işkencenin bitmesine bir bu kadar daha vardı. Sıkıntılı zamanlarda kendimi sürekli telkin ederim, sabırlıyımdır da. Mesela özellikle şehrin ortasında yine bir sidik krizi yaşıyorsam, bilirim ki bu da geçecektir. Tabii ki kendiliğinden değil; tüm umumi tuvaletlerin yerini bilirim.
Uzaktan, patikanın dönemecinden gelen zayıf bir ışık görüyorum. Bu bir bisikletin ön farı. Bisikletle buraya bu zamanda gelecek kişi çılgın olmalı. Ama bu fikri sevdim. Bir bisiklet farı daha beliriyor! İnsan yıllarca Hollanda’da yaşarsa gördüğü bir kafa lambasını ilk önce bisiklet sanmakta haklıdır. Hergün karşılaştığın, çiseleyen yağmurun altında dört bir yana saçılan, hele bir de gözlük takıyorsan cama yapışmış damlalarla iyice katmerlenen ışık hüzmesi, ıslak bir kuzey ülkesinin bisiklet sembolü olabilir.
Hâlâ nasıl konuşacak gücümün olduğuna şaşıyorum. Ayrıca susuzluğumu dindirecek şeyin sıcak değil soğuk su olduğuna da şüphe yok. Ve o soğuk su dolu testiyi unutamayacağım asla. Arsızca bir sonraki dağ gezintimi düşlemeye başlıyorum. Mücadele, yalnızlık, dostluk, kendi iç gezintin için mecburi istikamet, manzara, doğanın görkemi işte böyle birşeyler.
***
24 Aralık 2010 tarihinde gerçekleştirdiğimiz Kaldı doğu yüzü faaliyetinin ardından Alper’in çıkış ile ilgili yazısı Takoz dergisinde elektronik olarak bu linkte yayınlanmıştı.
Pingback: üç sikke, yarım ip, bir de keser (Mustafa) | DağDelisi